Muhalefet milletvekillerinin varlığı ve yokluğu

Çetin Altan'ın ruhu şad olsun!

Muhalefet milletvekillerinin varlığı ve yokluğu

Muhalefet milletvekillerinin varlığı ve yokluğu

MURAT SEVİNÇ

“Ne kadar ilerici, ne kadar sağlam, ne kadar gerçekçi ve insancıl olursan ol, politikanın öyle küçük, pis, elinde olmadan uyulması zorunlu sinsi formülleri var ki, ne kadar direnirsen diren, onlara yine de bir yerde uyuyorsun… Bunun üstüne çıkabilmek için, politikacıdan daha fazla bir şey olmak gerek.” (Çetin Altan, Ben Milletvekili İken, 1971, Kaf Yayıncılık, s.111)

Son birkaç hafta…

Trafikte bir emekçi, motosikletli kurye, bir yabancı devlet cumhurbaşkanının oğlu tarafından öldürülüyor, önce ‘resmî’ palavralar, ardından kamera görüntüleriyle gerçeğin ortaya çıkması, muktedirler karşısında bir yurttaşın canının değersizliği, katilin elini kollaya sallayarak ülkeden ayrılışı… Rejimin adını koyan, son derece ürkütücü bir manzara. İçinde ‘önemli birileri’ olmadan yaşanması pek mümkün olmayan, bir ‘dönem’ hikâyesi.

İYİP’ten istifa eden bir milletvekilinin, seçimde, partisinin desteklediği Kılıçdaroğlu’na oy vermediğini ilan edişi, gülerek, mutlu bir ifadeyle. ‘Dönem’ hikâyesi 2.

Saadet Partili milletvekili kalp krizi geçirirken, yere düşmüşken, iktidar partisi sıralarından işitilen (tutanakta yer alan) “Allah’ın gazabı böyle olur” ifadesi. Hadi bu yanlışlıkla oldu diyelim. Milletvekili hastanede yaşam mücadelesi verirken, iktidar partisi vekillerinin TBMM bahçesinde ‘kebap partisi’ yapması. ‘Dönem’ hikâyesi 3.

Her gün benzer şeyler oluyor, birini konuşamadan diğeri, dört tarafı Anadolu irfanı ile çevrili toprağımızda. Tel tel dökülen ahali, siyasetçi, parti-devlet rejimi.

Beni daha çok muhalefetteki milletvekillerinin durumu ve meclisteki konumları/işlevleri ilgilendiriyor.

İlginç bir yer parlamento. Kendine özgü bir havası, cazip bir şeyler var. Cazibesi, kamuoyunda sıklıkla gündeme geldiği gibi yalnızca maaşın yüksekliğinden kaynaklanmıyor, çoğu şişman ve bıyıklı erkek o maaşa ihtiyaç duymayacak kadar varlıklı.

Az sayıda, hakikaten az sayıda milletvekilinin samimiyetle bir şeyler yapmaya çabaladığını, vekilliği kamusal yarar için istediğini biliyorum, biliyoruz, görüyoruz. Büyük oran ise şu ya da bu gerekçeyle ‘orada’ olmak istiyor ve bir kez girdikten sonra, eğer kendisini diğerlerinden ayırıp ‘kurtaracak’ bir niyeti ve birikimi yoksa, meclis müptelası haline geliyor. Yasama faaliyetine doğru dürüst katılmayan, en kritik oylamalardan dahi kaytaran bunca figürün tekrar tekrar vekil olmayı istemesinin nedeni, nedenleri var ve meclis performanslarına bakıldığında o gerekçenin salt yasama faaliyeti olmadığı ortada.

Hâlihazırdaki hükümet sisteminde iki seçimdir ‘azınlıkta kalan’ muhalefet milletvekillerinin orada ne yaptığını anlamak ise hiç kolay değil. Bana kalırsa kendileri de tam olarak bilmiyor.

Burada, sandalyelerin azına sahip bir muhalefetin meclisteki ‘varlığı’nın, siyasetteki ‘yokluğu’ anlamına gelebileceğini daha açık anlatabilmek için, biraz saçmalamak, saçma sorular yöneltmek istiyorum: Muhalefet, hukuka aykırılıklarla yapılan seçimi protesto etseydi (ya da 2018’den bugüne, bir aşamada parlamentodan çekilseydi) ne değişirdi? İktidar bloku 600 vekil çıkarabilirdi. Peki, 600 ile varsayalım 302 arasındaki fark nedir? Hemen yeni anayasa mı yapılırdı? Sizce gönüllerince ‘yönetmek’ için eski ya da yeni, bir anayasaya ihtiyaçları var mı? Hani muhalefetteki siyasetçiler sürekli iktidarın meşruiyetini sorguluyor ya, hangi durum gerçek bir meşruiyet tartışması yaratırdı; nüfusun en az yarısının temsil edilmediği bir meclis manzarası mı, yoksa azınlıkta kalan ve bu sistemde bütünüyle etkisizleşmiş bir muhalefetin meclis çatısı altındaki etkisiz varlığı mı? Şu anda TBMM’de bir muhalefet var mı? Fiziki olarak var kuşkusuz. Eğer olmasalardı, ülkede ve yaşamımızda ne değişirdi? Son derece teknik bir şey soruyorum, kişilerle değil derdim. Basitçe: Maruz kaldığımız hükümet biçiminde, mecliste azınlıkta kalmış bir muhalefetin, oradaki varlığıyla yokluğu arasındaki fark nedir? İkinci soru: Eğer bir fark olmadığı düşünülüyorsa ve bu hükümet sistemi bir süre daha devam edecekse, milletvekilleri, meclisteki varlıklarını daha anlamlı hale getirmek için ne yapmalı?

Böyle bir sistemde mecliste azınlıkta kalmış muhalefet vekilleri, parlamento dışında siyaset yapmayı hedeflediğinde, halkın içindeyken siyaseti etkileyebilir ve dönüştürebilir; kaç siyasetçi yapıyor bunu? Azınlıktaki muhalefet, TBMM’de özellikle kritik oylamalara tam kadro katılarak yasama faaliyetini belki biraz yönlendirebilir; doğru, doğru da, katılıyorlar mı? Peki, bu insanlar, parti çıkarı ile ülke çıkarı çeliştiğinde hangisinin yanında saf tutar, tutuyor?

Ne acayip işler, tanık olduklarımız nasıl da rahatsız edici.

Uyanığın biri, cumhurbaşkanı seçiminin ilk turundan sonra iktidar safına geçer ve o güne dek söylediklerini bir saatte yutarken ne kadar rahattı, ne güzel dalga geçti kendisine oy verenlerle. Geçenlerde bir İYİP milletvekili, henüz seçimin dumanı tüterken AKP’ye geçiverdi, afra tafrayla konuşuyor, nutuk atıyor meclis kürsüsünde. İki dönem CHP vekili yapılan bir eski AKP’li, nasıl da rahat dile getirmişti Kılıçdaroğlu’na oy vermediğini.

Bugünden 2028 seçimi üzerine konuşulması asap bozucu değil mi? 2028’den söz ederken ne kadar umursamazlar. Dört küsur yıl sonrası. Çünkü takvim ve saatimiz, onlardan farklı ilerliyor.

1924 Anayasası yapılırken, Mustafa Kemal ‘veto’ ve ‘meclisi fesih’ gibi güçlü yetkiler talep etmişti. Anayasayı yapan, kurucu kadroya muhalefetin büyük ölçüde tasfiye edildiği İkinci Meclis’ti. O meclis dahi söz konusu yetkileri vermemiş, meclis üstünlüğü ilkesine sahip çıkmıştı. Reşat bey, meşhur konuşmasında, “…Allah Reisicumhur olsa… Haşa… Melâikei kiram heyeti Vekile olsa, fesih selâhiyetini verecek yoktur” derken, savunduğu ‘ulusal egemenlik’ ve onun temsil edildiği TBMM’nin itibarıydı. Yinelemek isterim, bu Meclis’te Mustafa Kemal muhalifi yok denecek kadar azdı.

Oradan buraya geldik. Parti-devlet rejimi, 2017’de parlamentonun saf dışı bırakılması, el kaldırıp indiren iktidar milletvekillerinin ve zaman zaman bunu dahi yapmaya üşenen muhalefet milletvekillerinin varlığı, Cumhuriyet’in 100. yılında pek mutluluk duyulacak bir manzara değil.

Muhalif seçmen büyük hayal kırıklığını atlatamamışken, bunca sıkıntının ortasında, muhtemeldir ki hacetlerindeki boncuk nedeniyle milletvekili yapılmış kerameti kendinden menkul insanlar… Biri, seçimde partilerinin desteklediği adaya ‘oy vermediğini’ ilan ediyor; beriki, üç günde parti değiştiriyor; birileri, kalp krizi geçirmiş bir vekil yoğun bakımdayken meclis bahçesinde mangal yapıyor, her şeyin yapılıp her sözün sarf edilebildiği ülke ve siyasetinde.

Bir çırpıda saptanabilecek üç temel sorun var sanırım: İlki, hükümet biçiminin, vekilleri sistem içinde iyice etkisiz hale getirdiği gerçeği. İkincisi, o vekillerin çoğunluğunun bu konumdan pek rahatsızmış gibi görünmeyişi. Üçüncüsü, siyasete katılım yolları büyük ölçüde kapalı olan yurttaşın, vekilleri, gerçekçi olmayan biçimde gereğinden fazla umursaması, onlara sahip olmadıkları bir güç ve etki vehmetmesi.

Başladığı gibi, Çetin Altan’la bitsin yazı: “Allahtan ki konuşmaları dinleme zorunluğu yoktu Meclis’te. Canın sıkıldı mı dışarı çıkıyordun. Dışarıda çay vardı, kahve vardı, gazoz, dedikodu vardı… Kürsüye önemli biri çıkınca biri gelip haber veriyordu… Partiler kendi aralarında Başkanlık divanı üyeliklerini oranlarına göre paylaşmakta bir anlaşmaya varamıyorlardı. Bazı hatipler kürsüye fırlıyor: -Bizi halk bunun için mi buraya gönderdi, diye soruyorlardı. Ve halkın kendilerini buraya niçin gönderdiğini doğru dürüst bilen pek çıkmıyordu… Sonra yine dışarı çıkıp çay, kahve, gazoz içiyorduk.” (s.34-37)

https://www.diken.com.tr/muhalefet-milletvekillerinin-varligi-ve-yoklugu/