Emekli Türk Büyükelçisi Alper Coşkun: S-400 alımı Rusya için fonksiyonunu yerine getirdi

F-16 alımına sevinecek hale geldik

Emekli Türk Büyükelçisi Alper Coşkun: S-400 alımı Rusya için fonksiyonunu yerine getirdi

Emekli Türk Büyükelçisi Alper Coşkun: S-400 alımı Rusya için fonksiyonunu yerine getirdi; F-16 alımına sevinecek hale geldik

CANSU ÇAMLIBEL / T24

"Türkiye'nin belirli bir denge politikası güttüğünü ve kendi güvenlik ve savunma ihtiyaçları denkleminde NATO'ya halen bir rol atfettiğini teyit ettiğini söyleyebiliriz. Ama Türkiye içindeki NATO tartışmasına bakınca asıl mesele şu; biz mal sahibi olduğumuzu unutuyoruz. S-400’leri alırken ortaya koyduğumuz resmi argümana bakıyorum, sonra geldiğimiz noktaya bakıyorum, sonra doğurduğu sonuçlara bakıyorum. S-400 alımı bütünüyle bir başarısızlık ve bize maliyet getiren bir alımdır. Şimdi de F-16 alıyoruz diye heyecanlandıracak kadar bizi B ya da C planına doğru itmiş bir adımdır"

Ankara neredeyse yirmi ay süren çetin bir pazarlığın ardından İsveç’in NATO üyeliğini onaylamak için tüm adımları arka arkaya attı. Önce TBMM onayı, ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzası geldi ve karar Resmî Gazete’de yayımlandı. Karşılığında ise önce ABD Başkanı Joe Biden, Kongre’ye Türkiye’ye F-16 satışına izin veren pakete destek için bir mektup gönderdi. Cumartesi günü ise satış için resmi süreci başlatan asıl hamle geldi ve ABD Dışişleri Bakanlığı Kongre’ye bildirim yaptı. İki hafta içinde Kongre’den bir itiraz gelmemesi durumunda satışın önünde bir engel kalmayacak. Toplam değeri 20 milyar dolar olarak tahmin edilen alım gerçekleştiğinde Türkiye, Block 70/72 Viper konfigürasyonuna sahip 40 yeni F-16 ve 79 mevcut savaş uçağına yönelik Block 70/72 yükseltme paketinin yanı sıra 900 havadan havaya füze ve 800 bombanın sahibi olacak.

Erdoğan ile Biden’ın Temmuz 2023’teki Vilnius’teki NATO Zirvesi’ndeki görüşmelerinde üzerinde anlaştıkları bu ‘diplomatik akış’ Washington’ın beklediği hızda vuku bulmuş olmasa da ABD yönetimi pek memnun. ABD’nin İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğini uluslararası düzlemde kendi konumunu perçinlemek için nasıl pazarlayacağını öngörmek zor değil. Beştepe’de de ayrı bir diplomatik zafer havası gözleniyor. Kongre son anda oyun bozanlık yapmaz ise F-16 satışı ABD’nin Türkiye’ye neredeyse on senedir uyguladığı de-facto silah ambargosu kırılmış olacak.

Bir diplomatik çözümden iki taraf da bu kadar memnun ise mutabakatın mutlaka kamuoyunda konuşulmasının tercih edilmediği boyutları vardır. Diplomasi de bunun sanatıdır zaten. Tarafların konuşulmasını pek tercih etmeyeceği şeyleri yakın zamana kadar o masalarda Türkiye’yi temsil etmiş olan Emekli Büyükelçi Alper Coşkun ile konuştuk.

2021 yılında Dışişleri Bakanlığı’ndan erken emekli olmayı tercih eden Büyükelçi Alper Coşkun, en son Uluslararası Güvenlik İşleri Genel Müdürü olarak görev yapıyordu. NATO, transatlantik ilişkiler, Avrupa-Atlantik güvenlik ve savunma işleri ile silahların kontrolü ve silahsızlanma dosyalarından sorumluydu. 2012-2016 yılları arasında ise Türkiye’nin Bakü Büyükelçisiydi. BM Daimî Temsilciliği, NATO Daimî Temsilciliği, Moskova ve Atina daha önceki görev yerleri arasında. Ekim 2021’den bu yana Carnegie Uluslararası Barış Vakfı (Carnegie Endowment for International Peace-CEIP) isimli düşünce kuruluşunun Washington ofisinde, Avrupa Programı bünyesinde yer alan Türkiye ve Dünya projesinin başında.

Büyükelçi Alper Coşkun, NATO ve ABD ile yürütülen son pazarlıkların içinde olmasa da çok çok yakın bir zamanda benzer pazarlıkları yürüten Türk diplomat ekibinin içinde olmanın deneyimiyle bugüne ışık tutacak bir çerçeve çizdi. Coşkun anlattıkça bugüne gelirken Erdoğan hükümetinin yaptığı hatalara dair net bir resim çıktı. Yakın geçmişi hatırlayınca, insanın “buna da şükür” mü demesi gerekiyor siz karar verin… Ancak alınamayan uçakları, kullanılamayan füzeleri, vergilerimizden harcanan milyar dolarları unutmadan verin o kararı.

Emekli Büyükelçi Alper Coşkun

“F-35 programından atılmasaydık Türkiye uçakların Avrupa’daki motor bakım merkezi olacaktı”

-Bu gerçekten bir NATO pazarlığı mıydı? Türkiye'nin NATO’daki veto hakkını İsveç’im üyeliği üzerinden kullanarak Amerika Birleşik Devletleri ile uçak pazarlığı yapmış olması, önümüzdeki süreçte Türkiye’nin NATO içindeki konumunu nasıl etkiler?

Bu olayın birkaç boyutu var. En başta nereden buraya geldiğimizi bir hatırlamamız lazım. Türkiye, F-35 programının ortak üreticileri arasındaydı. Bunu hızlıca konuşup geçiyoruz ama bunun ne anlama geldiğini çok iyi düşünmek lazım. Özellikle savunma sanayi alanında çalışanların bildikleri bir şey bu. Türkiye'nin F-16 ortak üretim sürecinden edindiği birikim, bugünkü savunma sanayi alt yapısının bu noktaya gelmesinde çok yararlı sonuçlar doğurdu. F-35 projesinde Türkiye'ye verilen rol de Türkiye'nin hak ettiği ve aldığı bir roldü. Amerika'nın başka ikinci bir ülkeye vermediği ölçekte içerikli bir roldü. Üstelik şimdi F-35’lere ilişkin satışlardaki büyümeye bakarsak ne kaybettiğimizi hesap etmek zor değil.

-“Türkiye, Rusların füze savunma sistemi S-400’leri aldığı için ABD yaptırımlarına maruz kalarak F-35 programından atılınca sadece dünyanın şu an için en gelişmiş savaş uçağını kaybetmedi, kayıp daha büyük” demek istiyorsun sanırım. F-35 programında ABD’nin başka ikinci bir ülkeye vermediği ama Türkiye’nin kazanacağı o rol neydi?

F-35’lerin Avrupa’daki motor bakım merkezinin Türkiye'de olmasına yönelik hazırlık vardı, planlama o şekilde yürüyordu. Bütün bunların altyapısı da hazırlanmıştı. Ukrayna savaşından sonra bu söylediğim şeyin bölgesel olarak nasıl bir kuvvetli bir pozisyon olduğunu hesap edebiliriz. Ama Türkiye bütün bunlardan sarf-ı nazar etmiş oldu. Hatta o arada biliyorsun Rusların savaş uçaklarının da alınması gibi birtakım şeyler de konuşuldu. Ondan sonra da yine dönüp dolaşıp F-16’lara dönüldü. Hatta “O da olmazsa Eurofighter” demeye başladık. Nereden nereye geldik onu bir hatırlamak lazım.

İkincisi, bugün neyi konuştuğumuzu ve nasıl bir anda konuştuğumuzu da hatırlamak lazım. Avrupa’nın tarihsel olarak büyük bir güvenlik paradigması kırılması yaşadığı bir andayız. Öyle bir andayız ki İsveç ve Finlandiya gibi AB üyesi olup da on yıllarca NATO üyeliğinden imtina eden iki ülke tarafsızlığından vazgeçmeye karar vermiş. Bu iki ülke -PKK işini ayrıca konuşuruz- ama genel olarak Türkiye konusunda iyi kötü makul noktada durabilen ülkeler. O ana kadar hâl böyleyken ve başta o yönde hiçbir işaretle vermeksizin birden bire yine bir cuma namazı çıkışında İsveç’in NATO’ya  katılımının pek de o kadar kolay ve öngörüldüğü gibi çabucak olmayabileceğini söyleyivermek…Bu yarattığı etkiler açısından üzerinde düşünmemiz gereken bir yöntem. Şimdi tabii onları çok geçtik ama bir yöntem olarak yanlış olduğunu not etmek lazım.

-Burada bir virgül koyarak adım adım ilerleyelim. Biz zaten toplum olarak balık hafızalıyız. Unutuyoruz ya da unutmak işimize geliyor. Unutmamız ve hatta gözümüzün önünde olanları farklı hatırlamamız için maruz bırakıldığımız hükümet medyasının manipülasyon kampanyaları düşünülünce belki normal. O yüzden detaylara girelim ki hatırlayalım. Bundan yaklaşık iki sene önce İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği mevzusu ilk gündeme geldiğinde Ankara’nın başta konu dahi yapmadığı şey neydi? Yani senin “başta o yönde hiçbir işaretle vermeksizin birdenbire yine bir cuma namazı çıkışında söylendi” dediğin şey neydi?

PKK’lılar ve listelerle ilgili açıklamalar geldikten sonra hem İsveç hükümeti hem de Finlandiya hükümeti NATO üyelik süreçleriyle ilgili en üst düzeyde Türklerle yaptıkları temaslarda böyle bir hassasiyetin hiçbir zaman dile getirmediğini söylediler.

“O cuma namazı çıkışına kadar iki ülke ile yapılan görüşmeler farklı şekilde ilerliyordu”

-O sürecin en kritik aşaması 29 Haziran 2022’de yapılan Madrid’deki NATO zirvesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ABD Başkanı Biden’ın görüşmesiydi. Zira Beştepe ekibi, aslında bir anlamda o görüşmeyi garantilemek için veto kozunu gündemde tutmuşlardı. Sonuçta İsveç ve Finlandiya o zirve sırasında belli taahhütlerde bulundular ve ortak bir mutabakat imzalandı.

Evet o dönemden bahsediyorum ama aslında ondan öncesine gidiyorum. Çünkü o yol haritasının hazırlığı zirvenin öncesinde yapıldı. Şimdi biliyorsun, İsveç özelinde PKK ile ilgili sıkıntı her zaman vardı. İsveç’in PKK’ya ve Türkiye aleyhtarı yapılara bizim kabul edemeyeceğimiz ölçüde kucak açmış olmasından bahsediyorum. Ayrıca Suriye’deki PKK varlığıyla etkileşim ve onlara finansman desteği gibi bizi rahatsız eden konular da vardı ama bunlar zaten ikili ilişkilerin kendi ölçütleri içince İsveçlilerle konuşulan şeylerdi. İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği gündeme geldikten sonra Türkiye’nin gündeme getirdiği iki konu PKK ve savunma sanayi alanında ülkemize uygulanan sınırlamalar oldu. Ama o söylediğim cuma namazına kadar o şekilde bir tavır sergilenmemişti.

-O tavrı da bir hatırlayalım. Cumhurbaşkanı Erdoğan 14 Mayıs 2022’deki o meşhur açıklamasında tam olarak şu ifadeyi kullanmıştı: Yunanistan'ın NATO'yu da arkasına alarak Türkiye'ye takındığı tavrı biliyorsunuz. Bu konuda ikinci bir yanlışı Türkiye olarak işlemek istemiyoruz. Kaldı ki, İskandinav ülkeleri maalesef terör örgütlerinin adeta misafirhanesi gibi. Bundan dolayı buna olumlu bakmamız mümkün değil.

Evet, bu açıklama İsveç ve Finlandiya’ya şok etkisi yaptı. Bunu konuşurken başta şunu söyleyeyim; Türkiye’nin başta İsveç ve Finlandiya olmak üzere bazı NATO ülkelerinin Türkiye’nin önüne çıkarttığı zorluklara dönük rahatsızlığı meşrudur. Türkiye’nin bu rahatsızlığı ortaya koyması da meşrudur. Benim söylemeye çalıştığım bu meşruiyet varken Türkiye’nin uyguladığı stratejinin yanlış olması. Sonuçta bütün bunlara rağmen ne oldu?

“Türkiye’nin kaygıları haklı ve meşruydu ancak zikzaklarla kafa karıştırıldı”

-NATO Genel Sekreteri Stoltenberg devreye girdi, Madrid Zirvesi’nde onun da katılımıyla dörtlü bir zirve yapıldı. Türkiye ile İsveç ve Finlandiya arasında 10 maddelik mutabakat muhtırası imzalandı. O metinde “Müstakbel NATO müttefikleri olarak Finlandiya ve İsveç, milli güvenliğine yönelik tüm tehditlere karşı Türkiye'ye tam destek verirler. Bu çerçevede, Finlandiya ve İsveç, PYD/YPG ve Türkiye'de FETÖ olarak tanımlanan örgüte destek sağlamayacaklardır” ifadesi kullanıldı.

Bu yol haritasının sonra nasıl işlediğine baktığımızda yine biraz sorunlu açıkçası. Finlandiya açısından iş kısa sürdü çünkü orada PKK ve Türkiye aleyhtarı örgütlerle ilgili daha az sorun vardı. İhracatla ilgili birtakım şeyler vardı, Finlandiya onları çabucak halletti ve onlara yeşil ışık yakıldı. O akıllıca bir hamleydi çünkü tam o sırada Batı’da “Acaba Rusya ile yakınlığı nedeniyle Türkiye bu iki ülkenin NATO üyeliğine engel mi olacak?” gibi soru işaretleri vardı. Finlandiya’nın üyeliği hızlıca onaylanarak bir anlamda bu soru işaretlerine de yanıt verildi. Fakat sonra İsveç’in üyeliği konusunda o kadar birbiriyle çelişkili, insanları şaşırtan rakamlar ve talepler ortaya konuldu ki. Özellikle iadesi beklenen şahısların sayılarıyla ilgili o kadar farklı rakamlar telaffuz edildi ki…Bir gün 40 deniyordu, bir gün 75. Bunların hepsi bir araya getirildiğinde tutarlı bir süreç yönetiminden bahsedemeyiz. Türkiye, çok meşru ve haklı kaygılarını için sonuca dönük tutarlı bir tavır izlemek yerine zikzaklarla kafa karıştırıldı.

“Bizim İsveç’teki PKK sembollerinden duyduğumuz rahatsızlığın bir benzerini ABD’liler de IŞİD konusunda dile getiriyordu”

-İsveç basınından takip edebildiğim kadarıyla sayılar kadar listenin içeriği de İsveç’te tartışma yarattı. Neyin ‘terör’ kimin ‘terör örgütü üyesi’ olduğu tartışması Türkiye’dekinden farklı bir biçimde tartışıldı ki bu sadece bu krize özgü bir fark da değil. İsveç’te en çok tepki gören şeylerden biri Ankara’nın Ragıp Zarakolu gibi Avrupa’da insan hakları aktivisti olarak ödüller alan ve ‘siyasi suçlu’ olarak kabul edilen bir ismi de listeye eklemesi oldu.

Tabii, benzer bir tartışma PKK sembolleri üzerine de yaşanıyor. PKK sembollerinin gösterilerde kullanılması mesela, bizim açımızdan teröre teşvik gibi hissedilebiliyor ve o şekilde yorumlanıyor. Ama bana İsveçlilerle görüşmelerde hep söylenen şu oldu; orada gösteride pekala IŞİD bayrağını da sergileyebiliyorsun. Tüm bunlar, terörün tanımıyla ilgili derin bir tartışma. Oraya girersek bugünkü asıl konumuzu konuşamayız. Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim; İsveç mesela IŞİD sembolleri konusunda da Amerikalıları rahatsız edecek bir esneklik ve rahatlık içerisinde olmuştur. Yani bizim son talebimizle bir yere varan İsveç’teki anayasa değişikliğini aslında İsveç’in daha önce Amerikalıların yaptığı baskılarla gündeme almış olduğunu hatırlamak lazım. Bizim konuşmamızın ana merkezine dönersek, mesele meşru talep ve beklentilerimizi tutarsız biçimde dile getiriyor oluşumuz. Rakamlar savurgan biçimde ortaya atılıyor, terör tanımı çok geniş ele alınıyor.

“İsveç’ten beklenen eylem planı unutuldu, mesele F-16 pazarlığına döndü”

-Ama nihayetinde NATO açısından İsveç’in üyeliği Rusya’ya karşı yekpare duruş o kadar önemli ki müttefikleri Türkiye’nin diplomatik sarsaklıklarını ve bu bahsettiğin sorunlu yöntemleri bir biçimde sineye çektiler.

Evet ama bu konuştuğumuz PKK ile ilgili İsveç’ten beklentiler konusunun nereye varıp varmadığına da bir bakmak lazım. 2022 yazında konu Türkiye açısından buymuş, yani Türkiye’nin önkoşulu bu taleplermiş gibi lanse edildi ama sonra konu birden F-16 pazarlığına döndü. İsveç birkaç adım attı ama bahsedilen ‘eylem planı’ gerçekten Türkiye’ye teslim edildi mi, şartları neydi? Ben şahsen bu kadar takip ediyor olmama rağmen bu soruların yanıtlarını bilmiyorum. Geldiğimiz noktada Türkiye’nin meseleyi sadece F-16 alımlarına indirgediği gibi bir algının olması kaçınılmaz.

-Peki oraya dönelim, yani en baştaki soruma. İsveç’in Ankara’nın PKK konusundaki beklentilerini ne hızla ne kadar ve nasıl bir takvimle yerine getireceği muğlak. Ama mesele zaten ABD’den F-16’ların Türkiye’ye satışına Kongre onayı noktasına indirgendiğine göre, ABD Başkanı Biden da Erdoğan’ın NATO’nun üyeliğinin TBMM’de onaylanmasının ardından Kongre’ye “satışa onay verin” diye telkin mektubu yazdığına göre, Türkiye’nin bu işi bir pazarlık unsuru olarak kullanması doğru bir şey miymiş?

Bu iki konu arasındaki bağı aslında sadece Ankara kurmadı. ABD’de Biden yönetimi böyle bir bağ kurmayı baştan reddetti ama Kongre de gayet net bir şekilde o bağı kurdu. Hatırlayacaksın geçen yaz bir grup hem Demokrat hem Cumhuriyetçi Kongre üyesi Biden’a mektup yazarak İsveç konusu nihayetlenmeden F-16 satışını asla onaylamayacaklarını bildirmişti. Zaten Türklerin kafasında da bu kurgu vardı. Dolayısıyla parçalar o şekilde bir araya geldi. Bu arada senin hatırlattığın Biden’ın Kongre’ye mektubu yani 25 Ocak 2024 tarihli geçen haftaki mektup, satış sürecini resmen başlatan bir hamle değil. Süreci başlatan şey ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Kongre’ye 27 Ocak’ta yaptığı resmi bildirim. 15 günlük süreç 27 Ocak’ta başlamış oldu. Ama o arada Cumhurbaşkanı Erdoğan İsveç’in NATO’ya üyeliğine onayı imzaladı ve karar Resmî Gazete’de yayımlandı. Henüz Kongre’ye resmi bildirim yapılmadan Türkiye kendi açısından süreci tamamladı. Nihayetinde doğru bir şey yapıldı.

“Türkiye son aşamada risk alarak hareket etmek zorunda kaldı”

-Demek ki Cumhurbaşkanı Erdoğan ve çevresindekiler de şunun çok farkında; artık sadece sözleri ya da niyet beyanları muhatapları tarafından ikna edici bulunmuyor. Muhatapları Türkiye’den resmi, yazılı garantiler almadan ya da mutabakat imzalamadan sözüne güvenemiyor. İsveç dosyasındaki kronoloji, karşılıklı hamleler ve işin çözüldüğü noktadaki adımlar aslında tersten okunduğunda Türkiye’nin ‘güvenilmez ortak’ imajını perçinleyen bir akış yaşandığını düşünmek mümkün heralde.

Şu anda tam bununla ilgili bir makale üzerinde çalışıyorum. Türkiye’nin İsveç’in NATO adaylığına onay vermesi karşılığında ABD Kongresi’nin Türkiye’ye F-16 satışına onay vermesine dayalı kurgu aslında taraflar arasındaki karşılıklı güvensizliğin ne kadar derin olduğunu ifşa etti. Ve ben bu yazmakta olduğum yazıda bu güvensizlik nedeniyle bu denklem içinde Türkiye'nin özellikle son aşamada biraz daha ‘risk alarak’ hareket etmek durumunda kaldığını söylüyorum.

-Resmî Gazete’de yayımlanarak kararın Türkiye açısından dönülmezliğine ilişkin teyidin ABD Dışişleri’nin Kongre’ye bildirim yapmasından önce verilmesi hala bir risk midir sence?

F-16 için süreç yeni başladı, nasıl işleyecek göreceğiz. Kuvvetli olasılıkla Kongre’de bir sorun olmayacak ve satış sürecine geçilecektir. Ama F-35’lerde nasıl bir süreç yaşandığı gerçeği de hep zihnimizin bir yerinde. Önümüzdeki günlerdeki siyasi gelişmelerin hepsi Kongre tarafından dikkatle izlenecek. Olası bir siyasi gelişme karşısında Kongre nasıl devreye girer ya da girmez onları artık bu 15 günlük bekleme sürecinde hep birlikte göreceğiz.

“Ortada diplomatik bir zafer yok ama Türk Hava Kuvvetleri’nin önemli bir ihtiyacı karşılanacak başlangıç noktamız ise bu değildi maalesef”

-ABD Dışişleri’nin Kongre’ye yaptığı o resmi F-16 bildiriminin Türkiye’de pek konuşulmayan ve Türkiye kamuoyunun pek farkına varmaması için itinayla perde gerisine ötelenen başka bir boyutu daha var. ABD yönetimi, aynı satış paketi içine Yunanistan’a F-35’lerin satışını da koydu. Kongre Türkiye’ye20 milyar dolarlık F-16 satışını onayladığında Yunanistan’a da 8,6 milyar dolarlık 20 adet beşinci nesil F-35 satışını da onaylamış olacak. Biden yönetimi bu paketi baştan bu şekilde formüle ederek Kongre’deki Yunan lobisinin itiraz ihtimalini zayıflatmak ve bir yandan da Ankara’ya bir mesaj vermek istemişti aslında. Bunu da dikkate aldığımızda ortada bir diplomatik zafer var mıdır? Ya da varsa, o zafer kimin zaferidir; Türkiye’nin mi Amerikan silah endüstrisinin mi?

Tabii, hiçbir zafer yok. Bu böyle siyah beyaz bakılmaması gereken, birçok boyutu olan bir husus. Her zaman bu tür pazarlıklarda Amerikan savunma sanayinin çıkarları çok önemli unsurdur. Ve söylediğin gibi denklemi Amerikalılar öyle kurguladılar ki…

Biden yönetimi, bir yandan NATO’nun 75. Yılında NATO zirvesine Washington’da ev sahipliği yapacak ve orada İsveç ve Finlandiya ile birlikte görüntü verecek. Bu resim üzerinden tam başkanlık seçimlerine giderken Biden, “Ben ABD’yi dünya lideri konumuna geri getirdim” türünde bir mesaj verecek. Bir yandan da işin Türkiye ve Yunanistan boyutu var. İki ülkeye de aynı anda satışın Amerikan savunma sanayine getireceği kaynaklar ortada.

-Peki ya Türkiye açısından?

Bir diplomatik başarı yok ama elbette gelinen nokta olumlu. Yine de bu olumlu sonucu konuşurken nereden nereye geldiğimizi unutmadan değerlendirmemiz lazım. Onu konuştuk, tekrar etmeyeceğim. Fakat Türk Hava Kuvvetleri’nin yaşlanan bir filosu var, acil bir güncellemeye ihtiyacı var. Kendi savaş uçağımızı inşallah geliştiririz. Ama o çok meşakkatli ve çok maliyetli bir çaba. Orada başarıya erişene kadar Türkiye’deki acil ihtiyacı karşılayacak en iyi çözüm F-16’ları almaktı. F-35’lerin olmadığı bir ortamda en iyi çözümün bu olduğunu fark ettik. Arada Eurofighter’lar da konuşulmaya başlandı. Ben öyle anlıyorum ki belki Eurofighter’ları yine alabilirler. Ama onların farklı teknik özellikleri var. Sonuç itibariyle bu Türkiye'nin birinci tercihi değildir. F-16 satışına Kongre’nin nihayetinde ikna edilmesi bir diplomatik başarı falan olarak lanse edilemez ama sonuçta Türk Hava Kuvvetleri’nin önemli bir ihtiyacı karşılanıyor. O ihtiyacın karşılanacak olması olumlu bir gelişme. Fakat başlangıç noktamız bu değildi maalesef.

-Bu pazarlığın vardığı yer mevcut küresel dengeler içinde Türkiye’nin yerini belirgin hale getirmiş oldu mu? Malum 2015’ten beri dünya siyaseti Türkiye’nin giderek Rusya’ya yakınlaştığını konuşuyor. Ankara ise bu son dönem siyasetini bir denge politikası olarak takdim etmeye çalıştı. Erdoğan’ın İsveç’in NATO üyeliğine onay vermesi Türkiye’nin eninde sonunda asıl aidiyetinin NATO’ya olduğunu mu kanıtladı? Yoksa bu ileri bir yorum mu olur?

Bizatihi bu örnekten hareketle o yorumu yapabilir miyiz bilemiyorum. Ama bir bütün olarak baktığında bu karar da dahil olmak üzere Türkiye'nin NATO zirvelerinde alınan kararlara imza atıyor olduğu gerçeğini hatırlamak lazım.

“Türkiye kamuoyu NATO’da mal sahibi olduğumuzu unutuyor”

-Hangi kararlardan bahsediyorsun?

Türkiye, NATO belgelerindeki Rusya'nın öncelikli bir tehdit olduğuna dair yazılanlara itiraz etmeye gerek görmedi. Sonuç itibariyle Türkiye'nin belirli bir denge politikası güttüğünü ve kendi güvenlik ve savunma ihtiyaçları denkleminde NATO'ya halen bir rol atfettiğini teyit ettiğini söyleyebiliriz. Ama Türkiye içindeki NATO tartışmasına bakınca asıl mesele şu; biz mal sahibi olduğumuzu unutuyoruz.

Türkiye kamuoyunda şu gerçek göz ardı ediliyor; dünyanın en gelişmiş ve önde gelen ülkelerinin transatlantik düzeyde uluslararası güvenlik ortamının farklı boyutlarını tartıştıkları büyük bir mekanizmadan bahsediyoruz. Farklı ülkelerdeki karargahlarıyla birlikte Türkiye bu sistemin içine entegre ve ittifakın en ehil üyelerden birisi. Türkiye bu makinenin kılcal damarlarına kadar hak ettiği şekilde nüfuz etmiş, malın sahibi bir ülke. Elbette Amerika gibi biraz daha ağırlıklı ülkeler sunduğu kaynaklar itibariyle NATO'yu kendi çıkarları doğrultusunda hareketlendirmeye çalışıyorlar. Bu, işin tabiatında var. Türkiye de bıçak kemiğe dayandığında eşit haklarla oturduğu masada ağırlığını koyabiliyor. Şimdi bu İsveç kararı alındıktan sonra bakıyorum bazı yerlerde Türkiye’nin veto hakkını hiçbir zaman doğru düzgün kullanamadığı yazılıp çiziliyor. Buna ben hiçbir şekilde katılmıyorum.

"Türkiye’nin NATO üyesi olmadığı denklemde ilk başımıza gelecek hikâye Güney Kıbrıs’ın üyeliğidir"

-Bu bahsettiğin tartışmalar “Gelinen noktada NATO’ya ihtiyacımız yok” gibi üst perdeden bir söylemle destekleniyor. Hakikaten artık ihtiyacı yok mu Türkiye’nin NATO’ya? NATO üyeliği bugünün şartlarında Türkiye’ye ne sağlıyor?

Türkiye'nin NATO içerisinde eşit söz sahibi olarak bulunuyor olması, savunmasına, caydırıcılığına, bulunduğu coğrafya itibariyle çok önemli katkı yapmaktadır. Oradaki tartışmalara doğrudan katkı yapabilme yeteneği Türkiye'nin elinde çok önemli bir güç kaynağı. Bunu küçümsememek lazım. Dolayısıyla bu örgütün sahibi olduğumuzu, gündelik çalışmasına doğrudan etki ettiğimizi unutmamamız lazım. Buna rağmen Amerika gibi ülkelerin de NATO üyeliklerinden istifade ile kendi çıkarlarını bazen bizim talep etmediğimiz şekilde ilerletmeye çalıştıkları bir gerçek. Ama o iki kavramı birbirine karıştırmamak lazım. Yani ABD ile ikili sorunlarımızdan hareketle NATO'daki mevcudiyetimizi sorgulamamız kendi özünde hatalı bir davranış teşkil ediyor. Gelin tersini düşünelim. Türkiye'nin NATO üyesi olmadığı bir denklemde ilk başımıza gelecek hikayelerden birisi Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin tek başına adayı temsilen NATO’ya üye olması olacaktır. Avrupa Birliği ile yaşadığımız sıkıntılara ortada. Bu denkleme NATO’nun da eklemlendiğini düşünün. Türkiye’nin kendisini nasıl zor bir senaryo içerisinde bulabileceği ortada. Dolayısıyla elimizdeki, iyisiyle kötüsüyle çok önemli katma değer sağlayan bir yeteneği bu kadar hoyratça eleştirmek kendimize zarar teşkil ediyor. Orada çalışmış bir insan olarak benim değerlendirmem bu.

“PYD/YPG meselesini NATO içine ilk taşıyan ABD’nin tavrı oldu”

-Dışişleri Bakanlığı’ndaki son görevinin Uluslararası Güvenlik İşleri Genel Müdürlüğü olduğunu hatırlatarak sorayım. Klasik diplomatik çerçeve içinde Türkiye’nin ABD’nin YPG’ye desteğini konuşacağı yer NATO mudur? Bu konunun Türk-Amerikan ilişkilerinin öncelikli maddesi olduğu yadsınamaz ama bu pazarlığın orada yapılması ve ültimatomların NATO meseleleri üzerinden verilmesi teamüller açısından doğru bir iş mi?

Çok doğru değil. Ama buradaki esas ve daha ağırlıklı suç bizde değil, Amerikalılarda. Çünkü bu konunun ortaya çıkmasından itibaren, yani Amerikalıların PYD/YPG ile ilişkilerinde değişime gitmelerinin ardından bunu NATO'ya yansıtma çabaları oldu.

“NATO belgelerinde PYD/YPG konusundaki yazımı değiştirmeye çalıştılar”

-Neyi kastediyorsun?

O bölgeye ilişkin bazı planlamalarda kullanılan ve geçmişte kabul edilmiş olan yazımları, kendi siyasalarıyla uyumlu hale getirmek için değiştirmeye çalıştılar. İş öyle filizlendi. Bir nevi kendilerini NATO içerisinde sağlama almaya çalıştılar. Detaya da çok fazla bilinçli bir şekilde girmiyorum. Ama Türkiye'nin Suriye’de ve doğusunda karşılaştığı terör tehdidi bağlamında geçmişte NATO'da yapılan konuşmalardaki ya da belgelerdeki kullanılagelen üslupları, Amerikalılar YPG ile ilişkilerini değiştirdikten sonra değiştirdi.

-Meslek etiği açısından kamuoyuna açıklanmayan belgelerin içeriğini detaylı konuşmaktan imtina ettiğini anlıyorum. O zaman ben şu şekilde sorayım; PKK'nın terör örgütü olduğuna dair ifadeleri kullanmaktan mı vazgeçtiler?

Hayır, NATO’nun biliyorsun terör örgütlerini tanımlamak gibi bir fonksiyonu yoktur. Ama sonuç itibariyle herhangi bir güvenlik özellikli nitelikli belgede belli bölgelerde tespit edilen bazı tehdit kaynaklarından bahsedilebilir. NATO belgelerinde bunlardan nasıl bahsedileceği genelde ilgili ülkelerin sundukları katkıya dayanır. PYD/YPG ile ilişkilerini güncelledikten sonra ABD’nin sunduğu katkılardaki ifadeler değişti, yeni politikalarıyla uyumlu olacak ifadeler kullanmaya başladılar. Kusura bakma, detaya girmeden anlatmaya çalışıyorum. Doğrusunun bu olduğuna inandığım için detaya girmiyorum.

“Bu sarmalın bu kadar derinleşmesinde Türkiye’nin fazla bir suçu yok”

-Aslında YPG mevzusu NATO zeminine diyorsun ABD’nin NATO içinde YPG için kullanmaya başladığı yeni jargon vesilesiyle taşındı. Bu çok mühim ve işin çok da bilmediğimiz bir boyutu.

Amerikalıların öngördüğü yazım şekli Türkiye’nin kabul edemeyeceği bir yazım şekliydi. Çünkü bu yazımlar PYD/YPG gerçeğini Türkiye’nin gördüğü optikten uzaklaştıran yazımlardı.

Öyle olduğu ölçüde bu iş NATO içerisinde ciddi bir sorun haline döndü. ABD, NATO içinde bunu yaparken birçok müttefiki de yanına çekti. Konuyla ilgisi olmayan Yunanistan da dahil birçok ülke birdenbire bu konunun tartışıldığı zeminlerde Türkiye'nin karşısında duran ülkeler grubu içerisinde yer almaya başladılar. Türkiye yalnızlaştırıldı. Bunun neticesinde Türkiye 2019 yılında Londra’daki NATO zirvesine giderken Baltık ülkelerinin ve Polonya'nın savunma planlarıyla ilgili bir itiraz ortaya koydu. Zira, PYD/YPG yazımlarıyla ilgili sorun yüzünden NATO’daki Türkiye'ye dair savunma planları onaylanamıyordu. Türkiye de haklı olarak dedi ki; “Bu bir ittifak. Benim savunma planlarım da önemli, sizin ona engel çıkarıyorsunuz, çözülmesi gerekir. Çözmüyorsanız, ben de bunlara engel oluyorum.” Bu doğru muydu değil miydi ayrı bir tartışmaya mevzu. Ama sorunun nereden ve nasıl filizlendiği bizim iyi bilmemiz ve dışarıya iyi anlatmamız lazım. Bu arka planda doğrusunu istiyorsan bahsettiğim sarmalın bu kadar derinleşmesinde Türkiye'nin çok fazla bir suçu yoktur.

“Türkiye ile ilişkiyi Washington’da sahiplenen kalmadı”

-NATO’dan çıkıp Türkiye-ABD arasındaki ikili ilişkiye geçelim. ABD’nin NATO içindeki YPG referanslarını dahi değiştirme çabasına neden olan milat 2014. Yani IŞİD’in bir aktör olarak Suriye ve Irak’ta denkleme girdiği tarih. O tarihten itibaren ABD kendi askerlerini IŞİD ile savaşmaya göndermek yerine Suriye’de YPG’yi savaşta kendine ‘vekil’ olarak seçti. Tam da bu yüzden bugün hala derin bir açmaz içinde. Çünkü Washington Türkiye’nin PKK konusundaki kaygı ve itirazlarının hakiki kaygılar olduğunu biliyor ama Suriye’deki denklemde söz söyleyen ülkelerden biri olarak kalabilmek için YPG’ye hala ihtiyacı var. Benim izlenimim ABD’nin YPG ile birlikte kurduğu sistemden kolay kolay vazgeçemeyeceği yönünde. Bu tespite katılır mısın?

Katılıyorum, bence doğru bir tespitte bulunuyorsun. Amerikan optiğine göre, IŞİD tehdidi ile mücadele bağlamında YPG rüştünü ispat etmiş vaziyette. Hatta orada bizi rahatsız edecek şekilde neredeyse bir dayanışma ruhu ortaya çıkmış vaziyette. Yıllara yayılan bu ilişkinin sonunda, birlikte cephede bulunmuş olmanın yarattığı bir dayanışma ruhu var adeta. Tabii küçük bir grup nezdindeki ruh halinden bahsediyorum. Bu, özellikle CENTCOM içinde filizlenmiş vaziyette. Amerika’nın devasa yapısı içerisinde bu nispeten küçük bir zümreyi teşkil ediyor olsa da bu zümre güvenlik politikalarına taşıdığı ağırlığın da ötesinde etki edebilme yeteneğine sahip. Çünkü bu ilişki sayesinde senin de belirttiğin sebeplerle,

Amerikalılar kendileri bizzat tehlikenin önüne atmaksızın, PYD/YPG’ye silah, mühimmat ve eğitim desteği sağlayarak eğitim desteği sağlayarak, danışmanlık hizmeti sunarak IŞİD ile mücadelede kendilerine göre çok makbul bir ‘proxy’ bulmuş vaziyetteler. Ondan istifade etmeye devam etmeyi doğal olarak Amerikalılar istiyorlar.

Burada mesele şu; Türkiye’de yaratacağı rahatsızlığı bilmelerine rağmen Amerika’nın bu durumun Türkiye ile ilişkileri zehirlemesini ‘kabul edilebilir bir maliyet’ görüyor olmaları. Onun da sebeplerinden birisi Türkiye-ABD ilişkisinin Washington’da sahipleniliyor olmaması.

Bahsettiğim PYD/YPG ilişkisini pratik olarak sürdüren nüvenin o boşluk içerisinde o siyasanın devamını sağlayacağı şekilde daha büyük bir ağırlığa sahip olabilmesi. Biden yönetimi de Türkiye’ye baktığında “Bu çok önemli bir ilişki, bir rahatsızlık varsa aşalım” şeklinde hareket etmiyor açıkçası. Öyle bir boşluğa düşüyor Türkiye.

“Dün söylediklerimizin bıraktığı derin etkiyi şaşırtıcı biçimde hafife alıyoruz”

-Bütün bu pazarlıkların ortasında şöyle şeyler de oldu; Deniz Kuvvetleri Komutanı Ercüment Tatlıoğlu Bildiğiniz gibi NATO Karadeniz'de bazı tedbirler almaya çalışıyor. Ancak Karadeniz'de bu tedbirleri biz kendimiz alacağımızı ifade edip NATO'yu veya Amerika'yı Karadeniz'de istemediğimizi beyan ediyoruz” dedi. Bu açıklamanın tarihi 18 Kasım 2023, yani sadece iki buçuk ay önce. Bir taraftan Türk hükümeti Biden yönetimi nezdinde F-16 satışı Kongre’den geçsin diye baskı kurarken, asker içindeki en yüksek rütbeli kişilerden biri böyle bir açıklama yapıyor. Bu tür açıklamaların da Türkiye’nin Washington’da o bahsettiğin boşluğa düşmesine etkisi var, değil mi?

Mutlaka var, olmaz mı? Doğrusu biz bunların ne kadar derin etkisi olduğunu şaşırtıcı derecede hafife alıyoruz gördüğüm kadarıyla. Dün söylediğimiz bir şeyin bugün tam aksini söylediğimiz için dün söylediğimizin unutulacağını sanıyoruz. Bunu sadece ABD ile ilişkiler bakımından söylemiyorum, bölgemizdeki tüm ülkeler açısından örnekler verebiliriz.

“Dış politikada yalpalama görüntüsü nedeniyle hem caydırıcılığınızı hem de güvenilirliğinizi yitiriyorsunuz, saldırgan lafınızın dahi değeri kalmıyor”

-“Nasılsa Türkiye kamuoyu unutuyor, dünyadaki muhataplarımız da unutur” diye düşünülüyor herhalde.

Türkiye’de unutuluyor, çok güzel. Ama işte oralarda unutulmuyor. Mesela şimdilerde Yunanistan ile ilişkiler makul bir zeminde tutulmaya çalışılıyor ki bu doğru bir reflekstir. Sorunları barış yoluyla ama gücünü de göstererek, yani caydırıcılığını da kullanarak çözmeye çalışmak herkesin yaptığı bir şeydir. Ama siz bu tür bir diplomasi yürürken bir gün çıkıp “Yeni bir füze geliştirdik ve Atina’yı göbeğinden vurabiliriz” gibi deyip ertesi gün dostane bir havaya bürünürseniz…Bu bir tane örnek değil ki, beş tane örnek daha verebiliriz. Sisi’den Birleşik Arap Emirlikleri’ne kadar çoğaltabiliriz örnekleri. Dış politikada devamlı böyle bir yalpalama görüntüsü verdiğinizde bir kere bugün söylediğiniz olumlu gibi görünebilecek olan lafın da bir değeri kalmıyor. Söylediğiniz saldırgan ya da eleştirel lafın dahi çok fazla bir değeri kalmıyor. Dolayısıyla bir yandan güvenilirliğinizi yitiriyorsunuz, bir yandan caydırıcılığınızı yitiriyorsunuz. Türkiye’nin kendisini içine soktuğu durum bu. Acı bir gerçek ama bunu bilmemiz lazım.

Gazze’ye bakalım…Türkiye denklemin neresinde? Ben Türkiye’yi denklemin içinde göremiyorum doğusunu istiyorsan. İçerideki haklı infiale, kızgınlığa ve siyasi retoriğe karşın uluslararası arenada meselenin çözümüne yönelik gerçek çarkların döndüğü yerlerde Türkiye'nin mevcudiyetini pek göremiyoruz. Oysa tarihi potansiyeli itibariyle Türkiye normal koşullar altında hem Filistin hem İsrail nezdinde en doğal aktördür. Şimdi herkes İbrahim Anlaşmaları’nı konuşuyor heyecanla. Efendim Suudi Arabistan İsrail’i tanıyacak mı tanımayacak mı? Oysa Türkiye’dir İsrail’i ilk tanıyan Müslüman ülke. Kimse konuşuyor mu bunu? Niye konuşmuyor? Çünkü biz o birikimin üzerinde yapıcı bir çizgiyi sürdürmekten ziyade biraz da duygusal ve ideolojik hislerle köpürtüldüğünü tahmin ettiğim hamasi bir söyleme yöneliyoruz birdenbire.

Bazı Arap ülkelerinin söylemlerine bakın… Filistinlilere yapılanlarla ilgili kızgınlığı haklı olarak onlar da ortaya koyuyorlar fakat bir noktada duruyorlar. Bir sonraki aşamada şayet bir çözüm süreci olacak ise kendilerine hala rol verecek bir noktada duruyorlar. Biz ise tam o noktada uluslararası arenayı tamamen unutup, içeriye dönüp bir daha geri döndürülmesi çok zor olan ifadelerde bulunuyoruz. Bunu sadece Ortadoğu bakımından da söylemiyorum. Almanya'yla ilişkileri düşünelim, Amerika'yla ilişkileri düşünelim…haklı kızgınlıklarımızla bazen karşı taraftaki ülkeyi tek vücut düşünüp Almanların hepsine ‘Nazi’ demek suretiyle ülkenin tamamını bize kızgınlığa götürecek bir retoriğe dönüyoruz. Türkiye her alanda bu retoriğin zararlarını görüyor.

“Bu şartlarda ABD’de yapılan lobi faaliyetlerinin hiçbirinin hükmü yok”

-Türk hükümetinin kullandığı retorik kadar kullanmadığı -ya da doğru kullanamadığı demek daha doğru olur- lobi faaliyetleri de denklemin bir parçası değil mi? Bunu özellikle ABD ile ikili ilişki bağlamında sormak istiyorum. Yahudi lobisinin Washington’da ağırlığını Türkiye lehine koymaktan vazgeçmesi mesela ne kadar etkilemiştir sence ilişkilerin genel hattını?

Türkiye ile Amerika arasındaki savunma ilişkisinin dinamikleri nedeniyle geçmişte hem Pentagon'da hem Dışişleri Bakanlığı’nda hem de savunma sanayinde Türkiye ile ilişkilerinin önemini gerektiğinde siyasi erke hatırlatan bir altyapı vardı. Kongre’de dahi buna benzer bir altyapı vardı. Üstelik senin de işaret ettiğin gibi Yahudi lobisinin büyük desteği vardı. Türkiye şimdi bu dengeleyici unsurların hepsini yitirmiş vaziyette. Bana sorarsan bugün Amerika’da yapılan lobi faaliyetlerinin hiçbirisinin hükmü yok. Mühim olan Türkiye’nin ABD ile ilişkilere nasıl baktığını, dünya ile ilişkilere nasıl baktığını tutarlı biçimde ifade edebilmesidir. Türkiye bu tutarlı ifade biçimini tüm hükümet sathına yaymaya başlamadığı ve bunu tüm ilintili konularda hayata geçirmediği sürece Amerika’da bir lobi şirketiyle yapılacak bir faaliyetin uzun erimli hiçbir sonucu olamaz. İşte öyle bir ortamda zaten Bob Menendez’e dahi ihtiyaç yok. Zaten bugün Demokratları ve Cumhuriyetçileri birleştiren en önemli unsurlardan biri Türkiye'nin güvenilir bir NATO müttefiki olmadığı algısı maalesef.

“Şu an Türkiye’nin Washington’da büyükelçisinin olmaması büyük eksiklik”

-Profesyonel lobi şirketlerinin Türkiye’nin bu imajını düzeltmekte ne kadar katkısının olabileceği tartışmasını koyalım, şu an Türkiye’nin ABD’de bir büyükelçisinin olmadığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Büyükelçi Murat Mercan’ın görev süresi tamamlandı ve Washington’a veda etti. Ancak bu tarih zaten önceden biliniyordu, tam onun dönüşüne denk gelecek biçimde yeni atama açıklanıp gönderilebilirdi. Eskiden bu işler böyle yapılıyordu. Erdoğan neden bu kadar kritik bir sürecin Washington’da büyükelçi olmadan yürütülmesini göze alıyor sence?

Dışişleri’ni çok seven eski bir meslek memuru bakımından çok tahrik edici bir soru bu. Dolayısıyla heyecanıma kapılmadan yanıt vermeye gayret edeceğim. Bugün Washington’da görev yapan bütün arkadaşlarıma sonsuz saygım var ama böylesi bir dönemde Washington'da Türkiye'nin büyükelçisi olmaması büyük bir eksikliktir. Normal koşullarda anlam yüklenmesi gereken bir eksikliktir. Ama Türkiye'de işler pek öyle düzenli şekilde işlemediğinden sanıyorum durum o değil. Sanıyorum burada da iş tek kişinin vereceği karara bakıyor. Bir tek şey geliyor aklıma. Acaba Amerika'daki seçim sürecinin falını mı okumaya çalışıyor Ankara? “Acaba ona göre mi bir muhasebe yapılıyor?” diye düşünmeden edemiyorum.

“Gecikmeden bir kariyer diplomatı gönderilmeli ama sanırım bu bir eski Türkiye hayali”

-Ankara ABD’nin seçimini bekleyecekse, o zaman 10 ay daha büyükelçi atamayacak demektir. Tabii hepimizin aklına “Trump’ın başkan seçilme ihtimali nedeniyle Mehmet Ali Yalçındağ ismine mi karar verilmeye çalışılıyor?” sorusu da geliyor. Gerçi Yalçındağ bu iddiaları “Benim haberim yok” diyerek yalanladı. Bu tür kehanetlerde bulunabilmek için daha çok yol var gibi.

Çok yol var daha. Bence burada önemli olan Amerika'daki siyasi gelişmeye göre kendini hizalamaktan ziyade hükümetin yapması gereken, Türkiye'nin bu ilişkiye ne kadar önem verdiğini teyit edecek şekilde kendini ispat etmiş başarılı bir kariyer diplomatı göndermesidir. Böyle bir adım, Türkiye’nin ilişkilere rasyonel bir zeminde yaklaşmaya ve ilişkileri siyasetten arındırılmış çok sağlıklı bir zemini ilerletmeye hazır olduğunun teyidini teşkil eder. Bence dönem o dönemdir. Hiç beklemeye gerek yok. Dışişleri Bakanlığı’nda bu özellikte birçok diplomat vardır. Bunun hiç gecikmeden yapılması gerektiği kanaatindeyim. Ama bu söylediğim eski Türkiye hayali sanıyorum.

“Amerika S-400’leri kanıksamadı, Türkiye’nin ‘makul’ bir çözüm bulmasını bekliyor”

-Son olarak birkaç Rusya sorusu sormak istiyorum. Türkiye’nin F-35 projesinden atılmasına neden olan S-400 alımını ABD ile ilişkiler bağlamında başta konuştuk. Ancak işin Rusya boyutuna da bir bakmak gerekiyor. S-400 füze savunma sistemi -radarı da dahil olmak üzere- 2019 yılından itibaren peyderpey Türkiye’ye getirildi. Türk televizyonlarında canlı yayında Türkiye’ye getirilen ilk bataryalara ilişkin merasimleri hatırlıyoruz. O canlı yayınlı karşılamalardan sonra dört sene içinde S-400’lere ne olduğuna dair pek bir bilgi verilmez oldu. ABD’nin CAATSA yaptırımlarına maruz kalmasına rağmen Türkiye’nin bugün F-16’ları alacak konuma gelmesi şu mu demek; Türkiye S-400’leri kullanmama taahhüdünde bulundu ve Batı da bunu kabul etti?  Kabaca işin geldiği yer burası mıdır?

Hayır, Batı’da bu kabul edilmedi. S-400’ler Türkiye’de bulunduğu sürece ve Türkiye'nin hem Amerika hem de Batılı müttefikleriyle ilişkileri bakımından tereddütler sürdüğü müddetçe bu S-400’ler sorun olmaya devam edecektir. Ama asıl şu meseleye bakmak lazım. Senin hatırlattığın şey karşısında ben de hayrete düşmüştüm; günlerce bunun parçalarının büyük kamyonlar üzerinde Ankara'da bir yerden bir yere nakledişini izledik. Bu resmen içeriye bir heyecan endoktrinisyonu ama aynı zamanda -bizim şu anki konuştuğumuz konu itibariyle söylüyorum- dışarıya da bir mesaj teşkil ediyor. Bunun bu kadar köpürtülmesi Türkiye'nin zihni bakış açısının tezahürü algılanıyor ve öyle kurgulandığı anlaşılıyor.

Biz benzer bir televizyondan yayınlama işini daha önce bir kez de Rusların aleyhine, hem de çok sakıncalı bir şekilde yaptık. Rus uçağını Türk hava sahası ihlal ettiği için vurduğumuzda, o gün boyunca tekrar tekrar televizyonlarda o uçağın düşürülme anı gösterildi. Üstelik pilotun iniş anı dahil yapıldı ki o sırada pilotun kendisine hedef alındığını da biliyoruz. Bu tür konuları basit bir malzemeymiş gibi ya da bir iletişim başarısı olduğu düşüncesi altında servis etmek Türkiye'ye çok kadar zarar veriyor. Bunu hatırlattıktan sonra S-400 alımına döneyim. Biz S-400’leri alırken “füze savunmasına acil ihtiyacım var” dedik ve haklıydık. E o kadar acil bir ihtiyaç idiyse neden senin hatırlattığın gibi neden depoda tutuyoruz? Demek ki bütün bu söylemin içi boşmuş.

Üstelik S-400’leri aldıktan hemen birkaç yıl sonra Amerikalılarla bunu hangi şartlarda kullanmamaya hazır olduğumuzun pazarlığını yapmaya istekli olduğumuzu da ortaya koyduk. “Girit modeli uygulanabilir” gibi şeyler söylenmeye başladık Yunanlıların elindeki S-300’lere atıfta bulunarak. Halbuki S-400’lerin teknik nitelikleri farklı. Dolayısıyla bana sorarsan baştan sona yanlış bir karardır. Üstelik Türkiye’nin F-35 programından atılmasına sebebiyet verdi. Bunun Batı’da veya Amerika’da kanıksandığını düşünmek yanlış olur. Eğer Amerika ile Türkiye arasındaki ilişkiler düzelecekse benim gözümde 2 temel şartı var. Bir, Amerika Suriye'de YPG politikasından vazgeçecek. İki, Türkiye S-400 işine Amerika’nın da makul bulacağı bir çözüm bulacak.

-ABD’nin ‘makul bulacağı çözüm’ S-400’lerin Rusya’ya geri gönderilmesi midir?

Geri gönderilmesi herhalde olmaz. Ama bu öyle bir gözetim altına konulur ki artık radarın işlemez hale getirildiği teyit edilebilir.

“S-400’ler Rusya açısından fonksiyonunu fazlasıyla yerine getirdi, Moskova’nın bugün Türkiye’ye ilave sorun çıkarmasına lüzum yok”

-İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine onay verilmiş, bir de üzerine S-400’ler için ABD’nin kabul edebileceği bir formüle onay verilirse, Rusya ile ilişkiler açısından tüm bunların bir bedeli olur mu?

Bedel ne olur bilemiyorum. Ama ben Moskova açısından baktığımda S-400’lerin onlar için gereken fonksiyonu fazlasıyla yerine getirmiş vaziyette olduğunu görüyorum. Rusya bu sayede, NATO içinde Türkiye ilgili tereddütleri ortaya çıkarttı ve Batı ile bir kırılma yarattı, Türkiye'nin 100’den fazla F-35 savaş uçağına sahip olmasına engel oldu yani o yeteneği kazanmasını engelledi. Bunların hepsini üst üste koyduğumuzda S-400’ler Rusya açısından dolaylı olarak doğurması gereken sonuçların hepsini zaten doğurmuş vaziyette.

Türkiye ise bu süreçte Ukrayna savaşı üzerinden Rus askeri yetenekleri aslında abartıldığı kadar başarılı olmadığını gözlemledi. Rus savunma sanayiinden ek alımlarla ilgili herhangi bir şey duymuyoruz artık farkındaysan. Ben gelinen noktada Rusların S-400’ler konusunda ilave beklentisi olduğu kanaatinde değilim. Rusya, Türkiye üzerindeki etkisini daha ziyade enerji bağımlılığı ve nükleer reaktörün devreye girmesi üzerinden ilerletecek muhtemelen. O nedenle S-400’lerle ilgili Ankara’nın Batı’yı rahatlatmak için atabileceği adımların orada çok büyük bir sorun olacağını zannetmiyorum.

Türkiye durduğu çizgi itibariyle bir NATO müttefiki olmasına rağmen Rusların kabul edebileceği bir dengede gidiyor. O bakımdan İsveç’in NATO üyeliğine verilen destek üzerinden de bir sorun beklemiyorum ben. Türkiye, Finlandiya’nın NATO üyeliğine daha önce ‘evet’ dedi ve orada da anlamlı bir tepki görmedi hatırlarsan.

“S-400 alımı bizi B ve C planlarına iten F-16’lara sevinecek hale getiren bir yanlışlıktır”

-2019’da S-400’lerin Türkiye’ye getirilmek üzere olduğu sıralarda Türk Dışişleri’ndeki üst düzey bazı meslektaşlarınla yaptığımız konuşmaları hatırlıyorum. Bu alımın rasyonalitesini anlatırken TSK’nın Suriye’deki varlığı açısından Rusya’nın açtığı yolun önemine dikkat çekenler vardı. Hem Dışişleri hem de TSK içinde S-400 alımını Suriye’deki ‘kazanımlar’ için adeta ödenebilecek bir ‘bedel’ olarak meşrulaştıranlar vardı.

Çok yanlış. Bunları söyleyenler olmuştur ama daha hayıflanarak dinliyorum. Çünkü unutmayalım Suriye’de en fazla sayıda Türk askerinin ölmesine sebep olan saldırılardan birisinin arkasında Rusya vardır. PKK’nın Rusya’da ofisini açışını yıllar önce genç bir diplomat olarak gidip yerinde tespit etmiş bir insanım. Sovyetler Birliği döneminde PKK çekirdeğinin nasıl filizlendirilmeye çalışıldığını da unutmamız lazım. Bugün de bu konuyu Amerika kendisine göre kullanıyor, o da bir gerçek. Ama anlık fotoğraflar çekerek çok büyük sonuçlara gitmek yanlış teşkil ediyor. Dolayısıyla ben sana o dönemde söylenen denklemleri ölçmekte zorlanıyorum. Ama sonuç itibariyle S-400’leri alırken ortaya koyduğumuz resmi argümana bakıyorum, sonra geldiğimiz noktaya bakıyorum, sonra doğurduğu sonuçlara bakıyorum. S-400 alımı bütünüyle bir başarısızlık ve bize maliyet getiren bir alımdır. Şimdi de F-16 alıyoruz diye heyecanlandıracak kadar bizi B ya da C planına doğru itmiş bir adımdır. Benim gözümde bunun yanlışlığıyla ilgili olarak hiçbir tereddüt yok.

https://t24.com.tr/yazarlar/cansu-camlibel/emekli-turk-buyukelcisi-alper-coskun-s-400-alimi-rusya-icin-fonksiyonunu-yerine-getirdi-f-16-alimina-sevinecek-hale-geldik,43312

Cansu Çamlıbel / T24