Asker sorunu her şeyden önce "sivil siyaset sorunu"dur

Türkiye'nin "sivil sorunu"

Nov 13, 2023 - 02:12
 0
Asker sorunu her şeyden önce "sivil siyaset sorunu"dur

Asker sorunu her şeyden önce "sivil siyaset sorunu"dur

Demokrasi kültüründen bu nasipsizlik hali, demokrasi ve hukukun üstünlüğü alanında Türkiye'nin Avrupa'dan, örneğin bir Yunanistan'dan, bir İspanya'dan geri kalmasını kolaylaştırmıştır...

HASAN CEMAL YAZDI

Süleyman Demirel, bu fotoğraftan yaklaşık 1 yıl sonra yapılacak
12 Eylül 1980 darbesinin lideri Kenan Evren ve Bülent Ecevit

12 Eylül günlerinde Demirel'e
sorar Yavuz Donat:

– Kenan Paşa parti kurar mı?
– Hayır, o hatayı yapmaz.
– Ya yaparsa...
– Siyasetçi Kenan Evren çok tartışılır.
Ve bu tartışmaların altından kalkamaz.
Öyle bir laf ederiz ki...
– Mesela?
– Sorarım... 13 Eylu
̈l günü duran kan,
11 Eylül günü neden akıyordu?..
Siz 
11 Eylül 1980 tarihinde Antalya
Tapu Mu
̈dürü mü idiniz?..  

Demirel'den Evren'e ağır bir suçlamadır bu.
Başbakan olarak anayasal ac
̧ıdan kendine
bag
̆lı olması gereken devrin Genelkurmay
Bas
̧kanı'na diyor ki, darbe yapmak için
kan akmasına go
̈z yumdunuz.
Demek istiyor ki, durdurabileceğiniz kanı,
darbe yapmak ic
̧in durdurmadınız. Ancak...
Aynı Demirel, geçen yıllar içinde, Başbakanlık
koltuğunda otururken de, Çankaya'ya çıktıktan
sonra da 
darbe liderinden bunun hesabını,
akan kan ve gözyaşlarının hesabını sormamıştır.


Demirel ve Evren

Türkiye'nin "sivil sorunu"

Bu nedenlerle biliyorum, asker karşısında sürekli
boyun eg
̆en bu Şark kurnazlığı da Türkiye'nin
"sivil sorunu"dur. Bu "sivil sorunu"nda "yargı"dan
bas
̧layarak, üniversiteiş dünyası
ve tabii "medya"dan önemli parçalar vardır.
Bu durum, demokrasi kültüründen bu nasipsizlik hali,
demokrasi ve hukukun u
̈stünlüğü alanında
Tu
̈rkiye'nin Avrupa'dan, örneğin bir Yunanistan'dan,
bir I
̇spanya'dan geri kalmasını kolaylaştırmıştır.
Bu ülkede, yalnız siyasetçilerin darbelere
meydan okumaları deg
̆il, hukukun üstünlüğünü
gerçekten benimsemiş yargının da, bir Yunanistan
o
̈rneğinde olduğu gibi, darbe yapmış ya da
darbeye kalkıs
̧mış askerleri yakasından tutup
adaletin kars
̧ısına çıkarması, hapse atması gerekirdi.
Bu ülkede, akademik özgürlüğü gerçekten
benimsemis
̧ bir üniversitenin askeri darbe
ve yo
̈netimlere çanak tutmak ve destek vermek
yerine, "Ne duruyorsunuz, elinizi c
̧abuk tutun!"
demek yerine, u
̈niversiteleri "asker partisi"nin
"akademik uzantısı" yapmaya kalkışmak yerine,
"kışla düzenleri" karşısında demokrasiyi
sonuna kadar savunması gerekirdi.
Bu ülkede, ekonomik büyümeyle kalkınma
yolunun barıs
̧, demokrasi, hukuk ve istikrardan
gec
̧tiğini gerçekten benimsemiş bir "iş dünyası"nın,
Ku
̈rt meselesi gibi, PKK ve şiddet gibi,
Kıbrıs gibi sorunlar c
̧özümsüz kaldığı sürece
Tu
̈rkiye'de ekonomik büyümenin kilitleneceğini
bilen bir is
̧ dünyasının, askerin politikayla
ilis
̧kisinin Avrupa'daki kadar sınırlanmasına
çok daha büyük katkılar yapması gerekirdi.
Bu ülkede, kendi varlık nedeni olan
"basın o
̈zgürlüğü"nü gerçekten
benimsemis
̧ bir medyanın,
generallerin sesine kulak vermek ve askeri
mu
̈dahalelerin gönüllü gönülsüz destekçiliğini
yapmak yerine demokrasi ve basın o
̈zgürlüğü
bayrag
̆ını darbecilere karşı sallaması gerekirdi.
Bugüne kadar bunlara çok az tanık oldu Türkiye.


12 Eylül darbesi sabahı İstiklal Caddesi

"22 Şubatçılar arasında üniversitelerden
sivil akıl hocaları vardı"

1960'lar ve 1970'lerde Hürriyet ve Günaydın
gazetelerini yo
̈netmiş olan Necati Zincirkıran,
"Hu
̈rriyet ve Simavi İmparatorluğu" adını taşıyan
anılarında, 22 Şubat darbe giris
̧imiyle
ilgili olarak s
̧unları yazar:

22 Şubatçılar arasında üniversitelerden
sivil akıl hocaları vardı.
Ünlü profesörler, bilim adamlarımız,
ünlü gazetecilerimiz cuntalara destek veriyorlar,
onlara yol go
̈steriyorlardı. Çünkü Türkiye'yi birlikte
kurtaracaklardı! Dünya gazetesi
sahiplerinden Falih Rıfkı Atay,
bir yazısında, "Albay Talat Aydemir'in
gözlerinde Mustafa Kemal'in pırıltılarını
gördüm
" diyebiliyordu.

Askerin tüm darbelerinde medyadan,
u
̈niversitelerden akıl hocaları
hic
̧ eksik olmamıştır. Türkiye'de
"sivil sorunu"nun bir ayag
̆ı budur.
Ancak, "sivil sorunu"nun asıl özünde
siyaset ve siyasetc
̧iler vardır.
Asker sorunu her şeyden önce
"sivil siyaset sorunu"dur.
Demokrasi kültürünü gerçekten benimsemiş
siyaset kadrolarının, gerekli siyasal irade
ve cesareti go
̈stererek askeri, halkın oyuyla
seçilmiş, işbaşına gelmiş
"sivil otorite"ye tabi kılmasıdır. Tek tük
cılız o
̈rnekler dışında ne yazık ki
bunu da yas
̧amadı Türkiye.
Siyasetçiler kapalı kapılar arkasında
askerden, askerin siyasete
karışmasından, darbe ve askeri yönetimlerden
yakındılar. Arada bir askerle c
̧atıştıkları da oldu.
Ama halkın önünde sorunun adını
koymaktan kac
̧ındılar, "Kral çıplak!"
diyemediler. 
Askere direnmediler!
Askerle sonunda genellikle uzlaştılar,
askerin "kırmızı c
̧izgileri" içindeki
siyaset oyununa devam ettiler.
Bu ülkede "asker sorunu"nun varlığını bilen
siyasetc
̧ilerden biri de rahmetli Mesut Yılmaz'dı.
Türkiye Cumhuriyeti'nin başbakanlık
koltug
̆undan iki kez geçmiş olan Yılmaz,
Ku
̈rt meselesi deyince, Kıbrıs deyince,
Tu
̈rkiye'nin AB yolu deyince, laiklik deyince,
din eg
̆itimi deyince, yerel yönetim reformu
deyince, bu
̈tün bu konularda askerin
is
̧e nasıl karıştığını gayet iyi bilirdi.
Bilir, hatta konuşurdu ama askeri,
demokrasilerdeki olag
̆an yerine oturtabilecek
yolda ko
̈klü bir tutum değişikliğini
sergilediği de söylenemezdi.
Mesut Yılmaz'ın
Avrupa Parlamentosu'ndaki
bir konferansta yaptığı konuşmayı anımsıyorum.
2008 yılının yaz başıydı.
Rize bağımsız milletvekili Yılmaz,
"Türkiye'de irtica ve bölücülük sorunları
çözülmediği sürece asker siyasetten çekilmez"
demişti. Ama Mesut Yılmaz,
bu sözü daha farklı ifade edebilir,
örneğin şöyle diyebilirdi:  

Asker, irtica ve bölücülük sorunlarından
elini c
̧ekmediği sürece bu sorunlar çözülmez.
Ve bu sorunların c
̧özümü, öncelikle,
sec
̧ilmiş sivil iktidarların işidir,
asker bu ac
̧ıdan sivil otoriteye tabidir."

Mesut Yılmaz ve Ali Tekin Brüksel'de Avrupa Parlamentosu'nda basın toplantısında

Mesut Yılmaz sorunları bilirdi,
ama askeri karşısına almak istemedi

Mesut Yılmaz bunun böyle olduğunu,
kendi bas
̧bakanlık deneyiminden
dolayı gayet iyi bilirdi. C
̧ünkü kendi
siyasi hayatında yas
̧amıştı bu gerçeği.
Böylesi sorunlardan dolayı kapalı
kapılar arkasında askerden nasıl
yakındıg
̆ını ben de bilirim. Bu yakınmalarını
bazen kamuoyu o
̈nünde de ifade etmişti.
Fakat bunca deneyimine rağmen,
herhalde siyasete devam etmek
istedig
̆i için de askeri karşısına almak istemedi.
İşte "sivil siyaset" kanadındaki bu tavırdır ki,
Tu
̈rkiye'de "asker sorunu"nun varlığını
bugu
̈nlere kadar devam ettirmiştir.
Siyaset oyununu askerin çektiği
"kırmızı c
̧izgiler" içinde oynayan
– ya da oportu
̈nizme yatan,
iktidarı bir s
̧ey yapmak için değil,
daha çok kendileri ic
̧in isteyen– siyasetçiler,
bu u
̈lkede demokrasi ve hukuk çıtasını
c
̧ağdaş düzeye çıkarmaktan uzak kalmışlardır.
Bu ülkenin bazı temel sorunlarının
"askere teslim olarak" c
̧özülemeyeceği
gerc
̧eğine yan çizmişlerdir.

Demirel: MİT Angola'da kaç Zuzulu ölmüş söyler,
Ankara'da sizin altınızı oymuşlar, onu haber vermez 

Bu konuda bir de MİT'ten örnek verilebilir.
Hem Mesut Yılmaz, hem Süleyman Demirel,
başbakanlık dönemleriyle ilgili olarak
kısa adı MİT olan Milli İstihbarat
Teşkilatı'ndan yakınmışlardı.
Yılmaz şöyle demişti:

MİT'in kendisinde olan bilgileri,
amiri konumunda olan benimle,
yani başbakanla tam olarak
paylas
̧tığını hiçbir zaman söyleyemem.

Demirel de farklı değildi.
1971'deki 12 Mart darbesiyle ilgili
görüşlerini anlatırken şöyle demişti:  

İstihbarat Teşkilatı, büyük meselelerde
hu
̈kümete en son olacak işi
so
̈yleyememiştir. Mesela Angola'daki
iki kabile birbiriyle çarpışmış,
s
̧u kadar Zuzulu, bu kadar Mululu ölmüş...
Onu size her sabah verir. Ama Ankara'da
sizin altınızı oymuşlar, onu haber vermez. 
 

Demirel

Nitekim, 1971'deki 12 Mart darbesini de
MİT müsteşarı, Ankara'da tanklar
yürüdükten sonra Demirel'e haber vermiştir.
Bunda şaşılacak bir şey yoktur.
Bu konu, MİT Müsteşarı'nın asker ya da
sivil kis
̧i olmasıyla da ilişkilendirilemez.
Meselenin esası rejimde kimin,
hangi gu
̈cün ağır bastığıyla ilgilidir.
Güç kimin elindeyse, İstihbarat
Tes
̧kilatı'nın da önce oraya
"hizmet arz etmesi" es
̧yanın
tabiatına uygundu. 2003 yılıydı.
Devletin tepe noktalarından birinde
görev yapan bir sivil bu
̈rokratla
sohbet ederken askerden s
̧öyle yakınmıştı:

Bir albay koltuğunun altında
bir dosyayla Maliye Bakanlıg
̆ı'na
gelir, "I
̇şte bizim bütçemiz" deyip
masaya bırakıp gider dosyasını.
Yıllardır bu böyledir.
Genelkurmay kendi bütçesini hazırlar,
kimse karıs
̧maz, sorgulamaz.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde de
durum farklı deg
̆ildir. Plan ve Bütçe
Komisyonu'nun gizli oturumunda okunur,
is
̧ biter. Kalem dökümü bile yapılmaz.
Askeri harcamalar konusunda
bazı bakımlardan sıfır denetim
söz konusudur.

1990'ların ikinci yarısında TBMM Susurluk
Aras
̧tırma Komisyonu Başkanlığı yapan
Refah Partisi milletvekili Mehmet Elkatmış
şöyle demişti:

Orgeneral Teoman Koman'ın
gerek Jandarma Genel Komutanlığı,
gerek MİT Müsteşarlığı döneminde
çok önemli olaylar oldu Türkiye'de.
Çok şey bildiğine inandığımız
Koman'ı Meclis Araştırma
Komisyonu'na çağırdık gelmedi.
Bunun tercümesi, biz güçlüyüz,
elimizde silah var, Meclis'i
takmıyoruz demektir.

İleride MİT Müsteşarı olacak Teoman Koman (sağda), intihar girişiminden sonra Menderes'e
Yassıada'da muhafızlık yaparken

Asker yıllarca sivili 'takmamıştır',
ama bunun sorumlusu sadece asker değildir

Asker bu ülkede yıllar yılı sivili, sivil otoriteyi
gu
̈nlük deyişle takmamıştır.
Bunun kusuru yalnız "asker"e değil,
demokrasinin gereğini yapmaktan
bunca yıldır kaçınan "sivil siyasetçi"ye de aittir.
Askerdeki "demokrasi korkusu"na karşılık,
sivildeki "asker korkusu" ile cılız
"demokrasi bilinci" veya yetersiz
"demokrasi ku
̈ltürü"dür,
bu ülkenin bir türlü defedemediği
istikrarsızlıg
̆ın temelinde yatan...
Bugünkü duruma gelince...
Farklı bir hikâyedir. Yazı dizimin sonuna
doğru, zamane diktatörleri
ya da Erdoğan saltanatı bölümünde
bu konuya ayrıca değineceğim.
Demirel'in bir sözü kulağımdadır:

Demokrasi tamam da,
demokratlar nerede?..

Demirel'i 1987'nin Nisan ayında,
henüz hakkındaki siyaset yasağı
devam ederken, Uluslararası Basın
Enstitüsü Direktörü Peter Galliner
'la
Güniz Sokak'ta ziyaret ettiğimiz zaman
şöyle yakınmıştı:

Bir de siviller, bazı entelektüeller
askeri darbeye cesaretlendiriyor,
bir de bunlar olmasa...

Askeri darbeye kışkırtan sivillerden
yakınan ve "Demokratlar nerede?"
diye sesini yükselten Demirel'in
ya da onun gibi siyasetimizin
başpehlivanlarının bu soruyu
en bas
̧ta kendi kendilerine sormaları,
ic
̧ hesaplaşma yapmaları gerekirdi.
Eğer birinci sınıf demokrasi diye
bir dertleri varsa, başka çareleri yoktu.
Kendi siyasal gec
̧mişleriyle yüzleşirken,
bu u
̈lkede rejimi Batılı anlamda sivilleştirip
demokratikles
̧tirmek adına neler yaptılar sorusuyla,
kendi iç dünyalarında bir gezintiye
c
̧ıkmalarında yarar vardı.
Ama ne yazık ki yapmadılar.
Evet, asker sorunu, "sivil sorunu"!
Birbirinden ayırmak pek o kadar
gerekli, anlamlı olmasa da, ikisinin iç içeliği
bazen ağır bassa da ben farklı düşünüyorum.
Tankıyla, topuyla, tüfeğiyle, elinde silahıyla
askerin, bu u
̈lkenin temel sorunlarına
ilis
̧kin kural dikte edici tutumu, yani asker
sorunu, "sivil sorunu"ndan o
̈nce gelir.


Hasan Cemal, Süleyman Demirel’le söyleşi yaparken; yıl 1992...

Darbe dönemi bitti ama 
asker sorunu çözüldü mü?

Demokrasi, hukukun üstünlüğü,
insan hakları ve özgürlükler düzenine
giden yolu uzattıg
̆ı için de Türkiye'de
sorunların anası önce "asker sorunu"dur.
Sabah vakti tank sesiyle uyandığımız
açık darbeler dönemi bugün artık
Türkiye'de de bitmiş olabilir.
Ama ya asker sorunu?..
Bittiğini söylemek kolay değil.
Bitebilmesi ic
̧in demokrasi adına
üstlenilmesi gereken işler ve geçilmesi
gereken demokrasi sınavları var daha.
Asker sorunu bu ülkede bir "zihniyet
du
̈nyası"ndan kaynaklanıyor.
Bu zihniyet dünyasında asker "sivil"e
gu
̈venmiyor. Yine asker bu zihniyet
du
̈nyasında, Cumhuriyet'in kuruluşundan
beri kendini Tu
̈rkiye'nin "tek kurtarıcısı"
olarak go
̈rüyor. Bu zihniyet dünyası
deg
̆işmeden, bu zihniyet dünyasına demokrasi
ve hukuk ku
̈ltürü aşılanmadan
ve bütün adımlar kurumsallaştırılmadan
"Tu
̈rkiye'nin asker sorunu" bitmez.
Demokrasi ve hukukun u
̈stünlüğü
eğer bizim ülkemizde de tüm kural
kurumlarıyla yerles
̧sin istiyorsak,
"asker sorunu"nu çözmek zorundayız.
Atatürkçülük diye diye...
Kemalizm diye diye...
Laiklik diye diye...
Ulus-devlet diye diye...
Birlik-beraberlik diye diye...
Ne mutlu Türküm diye diye...
O kadar çok "kutsal"ın tapınırcasına
yaratıldıg
̆ı askerin bu zihniyet dünyasında,
demokrasiden hoşlanmayan du
̈şünceler,
sığ klişeler cirit atar. Ve hayata yalnız
"kışla penceresi"nden bakarak,
Tu
̈rkiye ve dünya meseleleri kavranamaz.
"Fildişi kuleler"de, kendini toplumdan tecrit
ederek su
̈rdürülen bir hayat tarzıyla
hayal kırıklıkları yas
̧anır, acılar yaşatılır. 

Asker öylesine yetiştiriliyor ki:

  1. Neredeyse kendisinden başka
    herkesi neredeyse "dost deg
    ̆il düşman"
    saflarda go
    ̈rüyordu. Bu öylesine
    bir havaydı ki, sırtında üniforma olmayan
    herkes sanki "bas
    ̧ıbozuk takımı"ydı.
    2. Asker neredeyse kendinden bas
    ̧ka
    herkesi, kendisi gibi du
    ̈şünmeyen herkesi
    dost olmayan bir kars
    ̧ı cephede görüyordu.
    Bu o
    ̈ylesine bir havaydı ki, askerin bir "sivil"e
    gu
    ̈venebilmesi için, o sivilin askere tabi
    olması, "emre amade olması"
    ya da "kullanılabilir olmasıgerekiyordu.
    3. Askerin yetiştirilmesindeki milliyetçilik
    dozu öylesine kaçırılmıştı ki, dışarıdan gelen,
    farklı olan her şey kuşkuyla, düşmanca karşılanıyordu.
    "Türkiye'yi bölecekler!" korkusunun iliklere
    kadar işlediği, örneğin ABD'ye de, AB'ye de
    özünde ya da bildik klişelerin dışında
    "düşmanca" bakıldığı dikkati çekiyordu. 

Madrid, 1985 yılı Kasım ayı.

İspanya, kırk yıllık Franco diktasından
Avrupa Birlig
̆i yolunda demokrasiye
gec
̧işin onuncu yılını kutluyor.
Onca yıl Frankist rejimin dayanağını
olus
̧turan İspanyol ordusunun
demokrasiye nasıl ayak uydurdug
̆unu
anlatan yazılar gönderiyorum Madrid'den,
o tarihte Genel Yayın Yönetmenliği'ni yaptıg
̆ım
Cumhuriyet gazetesine...

İspanya'nın en yüksek tirajlı gazetesi
darbeye nasıl direndi?

El Pais, İspanya'nın hem en ciddi,
hem de en c
̧ok satan gazetesi.
Bu ilginc
̧ özelliğinin altında,
gec
̧iş sürecinde demokrasiyi sonuna
kadar sahiplenmesi yatıyor.
Genel Yayın Yönetmeni Juan Cebrian'la
IPI Yu
̈rütme Kurulu'nda birlikte çalışıyoruz.
El Pais'teki odasında bana anlatıyor.
23 Şubat 1981 günü, İspanya'da özgürlük
ve demokrasinin yine c
̧alınacağı
korkusu
 yayılmış ülkeye.
Akşamüstü hava kararırken bir avuç askerin
I
̇spanyol parlamentosuna yaptığı baskın,
bomba gibi patlıyor.
Milletvekilleri silahlı isyancılar tarafından
rehin alınıyor. Albay Tejero, elinde tabancasıyla
parlamento ku
̈rsüsünde bir operet
kahramanı gibi boy go
̈sterirken,
Madrid sokaklarından el ayak çekiliyor,
herkes evine kapanıyor. Cebrian
o geceyi bana s
̧öyle anlatmıştı:

Herkes ne yapacağını bir anda şaşırdı.
Tam bir panik havası esiyordu.
Yazı is
̧leri olarak toplandık.
Elbette ne yapmalı sorusuydu gu
̈ndemde olan.
Tartıştık ve karar verdik.
Gazete olarak varlığımız, anayasa
ve demokrasinin devamına bag
̆lıydı.
Darbe giris
̧imine karşı çıkacaktık.
Hemen bir erken baskı hazırladık,
derhal dağıtıma çıkardık Madrid'de...

Cebrian o günü yaşar gibiydi.
Darbe girişimine karşı çıkan
o erken baskıyı getirip gösterdi.
El Pais'in demokrasi ve basın özgürlüğü
tarihine geçen manşeti şöyleydi: 
 

Ülke ve Ulus,
Anayasa'nın Yanında!
Yaşasın Anayasa!


Darbe girişiminden sonra El Paris, "Anayasa'nın yanındayız" manşetiyle

On sekiz saatlik bir aradan sonra
bas
̧arısızlıkla noktalanan
darbe girişimi için Cebrian,
"Bir daha o geceyi yaşamak istemem!"
demişti. 
Bense doğrusu yaşamak isterdim.
O kadar darbe yaşadım ama Cebrian'ınki
gibi bir gece maalesef yaşayamadım.
Ama İspanya, 27 yıl sonra, 2006'nın
başlarında böyle günleri bu sefer
ayrılıkçılıkbölücülük yüzünden tekrar yaşayacaktı.
Çünkü, Kara Kuvvetleri Komutanı,
"u
̈lkenin toprak bütünlüğü"nden ve
bu konuda I
̇spanyol ordusunun
"koruma kollama go
̈revi"nden söz etmişti.
Bunun üzerine önce evinde göz hapsine
alınmıs
̧, sonra da derhal emekliye sevk edilmişti.
Göz hapsi talimatı, ordunun bağlı olduğu
Savunma Bakanı tarafından verilmis
̧,
emeklilik kararı da hükümetten
 çıkmıştı.
Konu şuydu: I
̇spanya'da Katalonya bölgesel
yo
̈netimi bazı yetkilerini genişletmekten yanaydı.
O
̈zellikle yargı ve vergi alanında daha özerk
olmayı amaçlıyordu. Kendini ulus olarak
nitelemek isterken, bag
̆ımsız yargı yolunda
adım atıyordu. O
̈zerklik ile bağımsızlık
arasındaki c
̧izgiyi fazlaca zorlayan bir
du
̈zenlemenin söz konusu olduğu söylenebilirdi.
Muhafazaka
̂rlar karşı çıkmıştı buna.
Sosyalistler de farklı deg
̆ildi. Sosyalist Başbakan
Zapatero, Katalan o
̈nerisinin değişmesi gerektiğini,
yoksa parlamentodan gerekli onayın
c
̧ıkmayacağını söylemişti. Anayasal kriz
gu
̈ndemdeydi. İspanya Kara Kuvvetleri
komutanı, böyle bir kriz ortamında gürlemişti: 
 

İspanyol Ordusu ülkenin "toprak bütünlüğü"nü
korumakla go
̈revliydi... Bu yetki,
anayasanın 8. maddesinden kaynaklanıyordu...
Ordu, gerektiğinde müdahale edebilirdi...
Çünkü Katalonya'daki gelişmeler tedirginlik vericiydi...
İspanyol Ordusu rahatsızdı!

Ortalık bir anda karıştı. Doğruydu,
I
̇spanyol anayasasının ilgili maddesine göre,
toprak bu
̈tünlüğü ile anayasal düzeni
korumak
 ordunun görevleri arasında yer alıyordu.
Ancak bu konuda karar önceliği,
seçilmiş hükümetin, yani sivil siyasal iktidarındı.
Bir başka deyişle, ordu kendi başına buyruk
davranamazdı. Bunun için hükümetin talimatı gerekirdi.
Komutanın demeci basında patlar patlamaz,
hu
̈kümet demokratik kararlılığını göstermiş ve komutanı
emekliye sevketmişti. Savunma Bakanı bu arada
İspanyol ordusunun demokrasiye bağlılığını övmüş,
Kara Kuvvetleri Komutanı'nın tek bas
̧ına davrandığını açıklamıştı.
Politika kulisi yine de sıkıntılıydı.

Türkiye'de İspanyol demokrasisi olsa
bize komutan dayanır mıydı?

Siyaset meydanında geçmişin hayaletleri
boy göstermişti.  "Katalan ayrılıkçılığı"nın
neredeyse yüz yıllık bir mazisi vardı. Franco fas
̧izmi
bu yüzden çıkan İç Savaş sonunda iktidara el koymuştu.

Hitler ve Franco

1930'lardan 1970'lere böyle gelinmişti.
1975'te demokrasiye gec
̧ilirken Franco düzeni de yıkılmış,
İspanya demokrasi şemsiyesi altında
"17 özerk bölge" ayrılmıştı.
Avrupa Birliği'ne böyle girilmiş, fert başına
milli gelir 20 bin dolar sınırını gec
̧mişti.
Katalonya da I
̇spanya'nın en zengin, en refah
ic
̧inde yaşayan birkaç bölgesinden biri haline gelmişti.
Ama Katalan milliyetçiliği devam ediyordu.
Ayrılıkc
̧ılık da sona ermiş değildi. Franco'nun kırk
yıllık diktası da, AB'nin demokrasi ve refahı da
bu ac
̧ılardan çare olmamıştı.
Çare yeniden darbe miydi?
Öyle olsa, kırk yıllık Franco diktası çözüm olurdu.
Fakat olamamıştı. Kan ve gözyaşı getirmişti sadece...
İspanya'da çözüm yolu, demokrasi ve refahla AB'nin
uluslaru
̈stü yapılarına uyumdan geçiyordu.
Ve İspanya 1975'ten beri bu yolda yürüyordu.
Bu sayede birlig
̆ini korumuş, refah çıtasını
yu
̈kseltmişti. İspanyol demokrasisinin nereden
nereye geldig
̆ini düşünürken bir de bizim
"demokrasi"yi, bizim siyaset kurumunu ve
bizim askeri du
̈şündüm. Türkiye'de demokrasi,
I
̇spanyol demokrasisi gibi olsaydı, bize komutan
dayanır mıydı sorusu çengelini zihnime asmıştı.

Yarın: Siyasal partiler kapatılıyor, film tamamen kopuyor, siyaset yasağı geliyor; liderlerden tık yok!
HASAN CEMAL / T24

What's Your Reaction?

like

dislike

love

funny

angry

sad

wow