Abdüllatif Suphi Paşa Konağı

Paşa Konağı yazısı kazınmış

Jan 9, 2024 - 00:55
 0
Abdüllatif Suphi Paşa Konağı
Abdüllatif Suphi Paşa Konağı
YEREL GÜNDEM / İSTANBUL

Fatih semtinde Kıztaşı meydanını hemen geçip Horhor Sokağına ulaşıp, Horhor’dan sağa doğru kendi eğimine adımlarınızı bıraktığınızda sol tarafınızda bahçe içinde bir yapı karşılıyor sizi. Yüksek bahçe duvarı içinde ve arkasındaki yapı önce dikkatinizi çekmiyor gibi görünse de yapıya yaklaştıkça “burada farklı bir bina var” izlenimi doğuyor. Nitekim giriş cephesi perspektife girince Fatih dokusu içindeki sivil yapılardan ve bugün aynı bölgede son 50 yıldır yapılan apartman düzeninden kendini ayıran bir yapıyla karşı karşıya kalıyorsunuz.

Bu farklılığı açarak gözlemini yaptığımız binanın özelliklerine yavaş yavaş girelim. Bir 19. yy yapısı, yüzüyle batı tarzı, giriş cephesiyle konut ve sivil mimarlık ürünü olmaktan daha uzakta, daha seçkinci ve bir kamu yapısı edasıyla durmaktadır. Kapısının kenarında yapım yılı olarak solda miladi 1854 sağda rumi 1271 yazıyor. Yine kapı üst lentosunda mermer aynalara mecesküllü yazı ile Abdüllatif Suphi ortada bir şimdi boş gibi duran ya da silinmiş de olabilir arma bölümü ve Paşa Konağı yazısı kazınmış. Yapıldığında burada muhtemelen eski Türkçe idi bu yazılar.

Abdüllatif Suphi Paşa Konağı hakkında yazılmış bilgiler
Önemli kişilere ev sahipliği yapan bu konak ülke tarihinde bir yer kaplıyor. Konağı ilk yaptıran Maarif ve Evkaf Bakanı Abdüllatif Suphi Paşa, sonra bu evde yaşamış yine Cumhuriyet Dönemimde milletvekilliği ve Eğitim Bakanlığı yapan Hamdullah Suphi Tanrıöver… Bir eğitimci ve devlet içinde önemli konumlara gelmiş bir kuşak adeta burada yaşıyor. Hamdullah Suphi Tanrıöver burayı Türk Ocağı yapıyor ondan sonra yapıya İstanbul Üniversitesi sahip çıkıyor ve bu güne kadar değişik kullanımlar yaşanıyor.

Bu konuda Prof. Dr. Arslan Terzioğlu, Türk Dünyası, Tarih Kültür Dergisi’nde kaleme aldığı “Bizde Müzecilik ile Nümizmatik Biliminin Kurucusu Abdullatif Suphi Paşa ve Onun Tesis Ettiği Abdullatif Suphi Paşa Konağı” başlıklı makalesinde konağın hikayesini şu şekilde anlatıyor: “Abdullatif Suphi Paşa Horhor’da, Sadarat Kethüdası Hadi Efendi’nin 40 odalı ve 20.000 metrekare arazi üzerinde geniş bahçe içindeki köşkünü satın almıştı… Horhor’daki bu ahşap konağa ek olarak yeni konağı, Selamlık olarak yaptırdı. Ahşap Konak şarklı misafirin nargilesinden düşen ateşle 1845’te yanınca, ahşap konağın yerine, bu taş konağı, harem dairesi olarak bir İtalyan mimara yaptırdı. İnşaatı 1854’te bitti. Halen ayakta duran kısım bu bina olup, selamlık kısmı yanmış ve bir zamanlar ilkokul olarak kullanılan yaverler dairesi harap olmuş, sokak aşırı olan ahırlar gibi ortadan kaybolmuştur.

Mimariyle de ilgili olan Prof. Dr. Arslan Terzioğlu yazısında devam ediyor: Bu konak o zamanlar bir özel ilimler akademisi gibiydi ve üst kattaki büyük kubbeli salonda doğudan ve batıdan gelen ilim adamları ile ilmi münakaşalar yapılırdı. Konak’taki çift merdivenler ceviz ağacından yapılmıştı. Üst kattaki salonların tavanları yaldızlı olup bir tanesi kubbelidir. (1)

İstanbul Üniversitesi’nin o zamanki Rektörü Prof. Dr. Nazım Terzioğlu tarafından 1970’te Üniversite Rektörlük Binası olmak üzere 2,5 milyon liraya satın alınıyor sonra konak tekrar bu vasıflar için bir tamir görüyor.

Yine yazar Melek Günersu , 2004 de yayınlanan NEVBAHAR kitabının kapağında konağı şu biçimde tanıtıyor: “Abdülatif Suphi Paşa’nın Saraçhanebaşı Horhor Caddesi’ndeki Harem ve Selamlıktan müteşekkil 40 odalı 3 hamamlı, içinde havuzları olan konağında, ailemiz ve birkaç emektar dadı oturmaktaydı. Ben, Nevbahar Kızı Melek, bu mekanın farkına varmaya başladığımda, konak eşi saltanat ve debdebesini çoktan kaybetmeye başlamıştı. Hikayem doğrudan doğruya hayatımın kısaltılmış bir parçasıdır. Yazılanlarda yaşanmamış hiçbir unsur yoktur. Olabilecek önemsiz hatalar ancak zihnimizin bize oynadığı küçük oyunların izdüşümüdür. Bu hikayenin özetini, annem Nevbahar’ın o hüzünlü ama güzel yüzüne bakarak yapmaya çalıştım.

Hüsrev Hatemi Cemal Kutay’ı anlattığı yazısında ABDÜLLATİF PAŞA KONAĞI hakkında şunları söylüyor: “ Abdüllatif Suphi Paşa, Hamdullah Suphi Tanrıöver’in babasıydı. Bu konağın selamlığında bir zamanlar Namık Kemal de gece yarısına kalmıştı. Bu bina hala Horhor’da durmaktadır. İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi’nin Tıp Tarihi binası olarak kullanılıyor. Sanat ve mimari tarihçilerinin ilgisini çekmesi gereken bir binadır.”

Konak hakkında bilinenler, Abdüllatif Suphi Paşa’nın ölümünden sonra oğlu Abdüllatif Suphi Tanrıöver tarafından Y. Müh. Mimar Ekrem Hakkı Ayverdi’ye “tamir” ettirilmesidir. 1950’lerde bir köşesinde Türk Ocakları Merkezi’nin yer aldığı konak, 1970-1984 yılları arasında, İstanbul Üniversitesi rektörlük binası olarak kullanılmış ve bu süreçte de mimari olarak büyük değişikliklere uğramıştır.

1984 yılında İstanbul Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Deontoloji Kürsüsü’ne devredilmesinden günümüze kadar bu işlevini sürdürmüştür. 1990’ların ortalarında bir kez daha aslına uygun biçimde restore edildiği söylenen konağın, günümüzde artık eskimiş dokusu nedeniyle kullanım sorunları gündeme gelmiştir.

KONAK
Osmanlı’dan günümüze kadar kalan az sayıdaki kagir sivil mimari eserlerden biridir bu yapı. Üç katlı konağın tasarımında sofalı ve eyvanlı geleneksel tarz uygulanmıştır. Bunun yanında süslemelerinde Batı kökenli barok ve ampir öğelere yer verilmiştir. (2)

Çevresindeki, görece modern yapıların arasında yüksek yan duvarı, duvarın ardından sarkarcasına uzayan ağaçları, özgün, kademeli yola çıkıntılı mimari yapısı, yaşını gösteren cephesi ve geniş çift kanatlı kapısıyla hemen fark edilen eski konak, yeni Deontoloji ve Tıp Tarihi Anabilim dalı binası, içeriye ilk girişte, dışarıdaki endamından eser göstermez. Bu ilk adım akıllara içi boşaltılmış bir hazine sandığını açmışsınız hissi yaratır. Merdivenlere doğru dönüldüğünde sizi karşılayan Tıp Tarihi büyüklerinin heykelleri dışında yüksek tavanlı boş bir kutudan farksızdır ana giriş.

Şu anda o görkemli ampir kapıdan girdikten sonra giriş katının karanlık, pejmurde haline ve alelade yapılan bölüntülere daha sonra değineceğiz. Ancak henüz bir devlet kurumu niteliğinde olup ve içinde insanların yaşadığı üstelik tarihi değere sahip bir yapı nasıl bu kadar sahipsiz kalabilir ve nasıl hiçbir düzenleme getirilmez, bunlar anlaşılır gibi değildir.

Bu yaşayan tarihin içeriden yok edildiği düşüncesi ise merdivenleri çıkmaya başladığınızda yavaş yavaş azalmaya başlar. İki taraftan yukarıya doğru tırmanan merdivenlerin tırabzanlarındaki işlemeler ile birlikte, tarihi dokuyu da vurgulayan kırmızı halı göz doldurur.

Zemim kattan yukarıya doğru önce çift koldan merdivenle binanın kuzey duvarında kendini merdiven evi çıkıntısıyla belli eden sahanlığa ulaşılır ve bu sahanlıktan daha önceki kollardan daha geniş bir tek kol merdivenle üst kata ulaşılmış olur.
Üst kat, yani zeminin üstündeki ilk kat, yapının dış cidarlarında bölüm hoca odaları ve onlardan arta kalan geniş salonda Tıp Tarihi Müzesi yer almaktadır. Müze bölümünde ince camlı ahşap sergileme dolaplarında tıbbi gereçler, takımlar, ilaçlar, kutular ayrıca tıp aleminde önemli sayılan kişilerin büstleri yer alır. Duvarlarda yer yer tablolar müzenin diğer parçalarıdır.

*

*

Bir öncekine benzer çift merdivenden bir kat daha çıkıldığında ise, bu sefer alt katta müzenin bulunduğu yerde geniş bir hol ve çalışma salonu bulunduğu görülür. Bir yanı kütüphane, diğer yanı seminer odası olarak kullanılan bu holün çevresindeki odalardan bir kısmı da yine bölüm hocalarına aittir.

*

Bu holde tavan işlemeleri kendini gösterir. Tavanda oluşturulan göbekler çeşitli geometrik desenler ve bitki motifi kalem işleriyle süslenmiş, kabartmalarda varak kullanılmıştır. Tavanlarda bu göbeklerden sarkıtılan taşlı avizeler asla orijinal olmadığı gibi ancak mütavazi bir apartman dairesi salonunda kullanılabilecek sıradan buraya uymayan aydınlatma gereçleridir. Muhtemelen bir idarecinin durumu kurtarmaya yönelik seçimi gibi görünmektedir.

Kütüphane ve çalışma bölümleri İstanbul Üniveritesi’nin binayı almasından sonra gerekli ihtiyaca göre ortaya çıkarılmış kısımlardır. Kütüphane bölümünde olumsuz bir eskilik her şekilde hissedilmektedir. Çalışma masaları, sandalyeleri ve kitap dolapları bir eski eser ve mobilyanın korunmuş görüntüsünden çok köhneliği anlatmaktadır.

Seminer salonunun bir ucunda muhtemelen eski vaziyetiyle korunmuş olarak duran mermer şömine binanın bir zamanlar konut olarak kullanıldığı zamanları hatırlatır.

İstanbul Tıp Fakültesi eski Tıp Tarihi ve Deontoloji Anabilim Dalı Başkanı ve 1977’de vefat etmiş bulunan Prof. Dr. Bedi N. Şehsuvaroğlu’nun büstü de hemen bu şöminenin beyazımsı mermerinin üzerinde bir kontrast yaratacak şekilde yerleştirilmiştir.

GÖZLEM NOTLARI
Görüldüğü gibi serüvenine 1854’de başlayan yapı ilk sahibinden sonra oğul Hamdullah Suphi Tanrıöver’e geçiyor. Onun bir süre sonra burayı Türkocağı haline getirmesi bugün izlerine tam rastlayamadığımız değişiklikleri başlatıyor. Kendi değimlerine göre “esaslı bir tamir” den geçiyor.

1975 den sonra İ.Ü. eline geçmesi ve bugün tabelasında yazılı olan işleve kavuşması yapıda anlaşıldığı kadarıyla daha köklü değişiklikleri başlatıyor. Müze haline getirilen bölüm, seminer salonu, kütüphane, hoca odaları…

Bugün baktığımızda yapının bazı orijinal yanlarının korunduğunu elbette söyleyebiliriz. Tavanlar, yer döşemeleri büyük ölçüde aynen duruyor. Ancak yapılan bölüntülerin bir kısmı daha sonraki zamanlarda ihtiyaca göre düzenlenmiş.

Yapı ne dışıyla ne de özel olarak içiyle “korunan bina” hassasiyetini bize hissettirmiyor. Bunda kanımızca yapının korunması, gerekli zamanlarda onarımlarının, boya genel temizlik gibi rutin işlerinin yapılmayışının büyük etkisi var. Ancak üniversitenin belli bir kadrosunun bulunduğu bu binada derinine inersek yukarda saydığımız rutin işler için yeterli ödeneğin bulunmadığı da kolayca anlaşılabilir.

Bu durum elbette işin bir yönü. Fakat diğer taraftan daha önemli ve yapının durumuna ilişkin mimari itirazları da sıralamak gerekir.
1. Mekanların kendi özelliklerine uygun bir bölümleme ve planlamada olmadığını söylemeliyiz.
2. Yapılan bazı bölümleme elemanları, müzeyi merdiven holünden ayıran örnek olarak; (beyaz yağlıboya doğrama koyu renk buzlu cam) kalite anlamında mekana çok uzaktır.

3. Bir iç mekan aydınlatma niteliği yoktur. Yukarıda daha önce uyduruk avizelerden söz etmiştik ama bunlarla beraber sallanan açıkta flurasan aydınlatmalarla bir müze düşünülemeyeceği gibi artık bir okuma salonu hatta ofis odası bile düşünülemez.

4. Duvarların üst üstte saten niteliği olmayan yağlı boyalarla boyanması, duvar yüzeylerinin yeterince düzgün olmayışı çok önemli görüntü kusurlarını oluşturmaktadır.
5. İç mekan kapıları ahşapları (kasa-kanat-pervaz) yer yer cilalı renginde dururken ( onlar da iyi korunmamış halde) bir kısmı ‘temiz görünsün’ diye olacak beyaz yağlı boya ile kapatılmış, genel niteliği gerçekten düşürmüştür.
6. Müze bölümü için söylersek zeminde kullanılan “kırmızı” kalitesiz ince halı mekanı ucuzlatmaktadır.
7. Sergileme ne görsel ne ışık tasarımı yönünden hiç düşünülmemiş gibi durmaktadır. Dolayısıyla soluk, karanlık ve algılanamayan hacimler meydana gelmiştir.
8. Büstler bir sergileme seviyesinden yoksun, belli bir kaideye bile oturtulmadan sanki bir araya taşımak için toparlanmış gibi durmaktadır.
9. Yapının ismi kayıtlarda olmamasına rağmen bir İtalyan mimar tarafından gerçekleştirildiği bilinmektedir. Günün seçmeci üslubu ve veya İtalyan mimarın kendi benimsediği tarzlardan olan barok üsluba yakın ama yer yer ampir ögeler kullandığı görülmektedir. Dış cephesinin taş olması ve yapının genelinde kargir düşünülmesi kalıcı bir bina olmasına büyük oranda yol açmış görünmektedir. Ancak bu özellikte bir binaya yeni kullanım ilişkilerinde mimari bakış açısıyla yanaşılmadığını, basit kullanım ilişkileri içinde sivil mimarlık örneklerinde sıklıkla karşılaştığımız gibi “mevcudun kadrini bilmeyen” faydacı davranışlara girildiğini söyleyebiliriz.
10. Yapıdaki şimdi kullanımda olan bütün mekansal elemanları, sergilemeyi, kaplamaları, aydınlatmayı,… tümüyle mimarlık nosyonundan uzak, tasarımcı eli değmeden, az bilgiyle müdahaleye uğramış unsurlar olarak değerlendirmek gerekir.
11. Bu olumsuz kabul ediş yerine korunacak bina olmasına rağmen, bu özelliği ile birlikte yapı yeniden ağırlıkla mekansal kalite ve yeni kullanıma göre tekrardan tasarlanmalıdır.
12. Gözlem bölümümüzün başında değindiğimiz giriş katının vaziyeti çok perişandır gerçekten. Bir tahta (ahşap diyemiyoruz maalesef…) bölüntü karşınıza çıkmakta, merdiven bölgesinden gelen ışığı kesmekte, alt katı kullanılmaz kılmaktadır. Giriş solda bir “danışma odası” pozisyonunda soluk bir ışık yanan bölümde karşınıza biri çıkmakta, bir ses ve yaşayanla karşılaşmaktasınız. Eğer oradan binaya bakarsanız üstlerde bu gördüklerimizi bile tahmin edemeyeceğiniz bir harabelik hissine doğal olarak kapılmaktasınız.
13. Yapı dışından da bakımsızlık sinyalleri vermektedir. Bahçe duvarları, binanın gövde duvarları, görünen elemanları, doğramaları elden geçmeyi, onarım, temizlik ya da yenilenmeyi beklemektedir.
14. Bina iç mekanları açısından nem, korozyon, toz,…etkileriyle ve konforsuzlukla yüz yüzedir. Islak mekan kalitelerine burada girmiyoruz bile, durum görülecek gibi değil açıkçası. Yapı fiziği başlıkları yönünden alarm veren bu esere önce bütün sorunları tespit edilerek bunların giderilmesi için baştan aşağı kalıcı çözümlerle yaklaşılması uygun olacaktır.

KORUMA KULLANMA DENGESİ ve YENİLEME
Tarihi dokuda yer alan belli bir mimari kalitesi olmamasına rağmen sadece geçmiş dönem yapı teknolojisi ile gerçekleştirilmiş bulunması ve bulunduğu semtin genel özelliğini taşıması yüzünden tescil edilerek “korumaya alınmış” yapılarda bile doğru bir kullanım, zaman içinde yapının zorunlu onarımları yok ise elde kalan nesne ne yazık ki niteliksizleşmektedir. Bu tezatlık süreç içinde yapıların asıl kullanıcılarını yitirmesine, boş ya da kiralık yerlere dönüşmesine, eskime sürdükçe daha düşük gelir gruplarına daha düşük kiralara verilen mekanlara çevrilmesine yol açmaktadır. Onun sonunda da bir çok açıdan içinden çıkılmaz kaos bölgeleriyle karşılaşmaktayız.

Yapının yeni hayat şartlarına karşılık verememesi çok büyük engellerden biridir. Bu konuda örnek vermek gerekirse Almanya’daki gibi neredeyse tarihi yapının “akıllı bina” olacak kadar yalıtımından, taşıyıcı sistemine, tesisatlarından elektroniğe değin yenilenmesi, içinde arzu edilen değişikliklerin yapılabilmesi öncelikle yapının her daim kullanılmasının önünü açmaktadır. Dolayısıyla tarihi bölgelerde örneğin Süleymaniye, Galata, Fener, Tarlabaşı,… yöresel tescilli yapılar kendi değerlerini yerinde tüketmek yerine kullanıcılarıyla birlikte zaman içinde kendi gününün şartlarına cevap vermeyi sürdürebilse, hem semt tarihlerinde hem de yapının tarihinde bugün saptadığımız derin kopukluklar bulunmasa problemlerin bir çoğu ortaya hiç çıkmadan çözülmüş olurdu.

Eski ve tarihi bölgelerde, tarihi evlerde bulunmanın ayrıcalıklı, keyifli, önemli bir şey olduğu “değer yargısı” hayatta karşılığını bularak gelişmiş olabilirdi. Ancak bizdeki koruma anlayışı, koruma yasaları, kurulları, düzeni ve toplumsal algılama düzeyi maalesef ancak şu andaki kadar ‘korumayı’ yaratabiliyor. Tümüyle “geçmiş olsun” dememek için belki bu tartışmaları sürdürmek, bu gözlemlerin sonucunda biraz da genele ilişkin yeni fikirlerle katkılar getirmek eleştirdiğimiz somut durumu değiştirmekte aracı olabilir.

Gözlemimizdeki yapı konut bölgesinde sıradan bir tescilli yapı elbette değil. Daha iddialı bir bina fiziki olarak ama onun yanında içindeki yaşantılarla ve tarih içinde aldığı rollerle alakalı olarak da değerli ve korumayı hak ediyor.

Aktif, çağdaş bir kullanmayı öncelikle burada tesis etmek lüzumludur. Öyle kaç kişinin ziyaret ettiği belli olmayan bir müze ve kütüphane olarak kalması yerine, pırıl pırıl, gerçekten bir müze gerçekten bir kütüphane. Londra’da nasılsa mesela…

Öncelikle bu düşünceyi talep etmek ve bu zihniyette bir değişmeye açık olmak, “köhnemiş devlet dairesi” kullanımından vazgeçip kamusal kullanıma razı olmak gerekir.

Bu kullanım arzusu mutlaka yeni bir iç tasarımı, taşıyıcı sistemden tesisatlarına kadar yenilenmeyi ve bugünün kullanımına uygun bir konforu peşinden getirecektir. Koruma bu sayede veya bu biçimde zaten reddedilen değil, bilhassa arzulanan bir şey olarak kabul edilecektir.

NOTLAR
(1) Prof. Dr. Arslan Terzioğlu, Türk Dünyası, Tarih Kültür Dergisi, “Bizde Müzecilik ile Nümizmatik Biliminin Kurucusu Abdullatif Suphi Paşa ve Onun Tesis Ettiği Abdullatif Suphi Paşa Konağı”
(2) www.istanbulyeditepe.net

https://mimdap.org/

www.yerelgundem.com

What's Your Reaction?

like

dislike

love

funny

angry

sad

wow